Kontrol Kalemi XVII: Avunamayanlar - Kazuo Ishiguro




Kitap Editörü: Begüm Kovulmaz
Düzelti: Filiz Özkan
Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Baskı Yeri/Tarihi: İstanbul/Ekim 2009
Çevirmen: Roza Hakmen
Sayfa Sayısı: 540


Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Avunamayanlar isimli romanda arıyoruz.


Alıntıyı anımsarsınız: ''Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.'' İşte Avunamayanlar da baş karakterimiz Mr. Ryder'ın bilmediğimiz bir Avrupa şehrine varmasıyla başlıyor. Gelişi biraz gecikmiş, onun için hazırlanan karşılama komitesi dağılmış olsa da Mr. Ryder'ın uzun süredir beklenen ''önemli bir yabancı'' olduğunu anlıyoruz. Roman, ilgi çekici bir başlangıçla hikayesinin içine hızlıca dahil ediyor bizi. Mr. Ryder'ın şehre önemli bir konser için geldiğini, kendisinin şehirde çok sayıda hayranının olduğunu öğrenince ister istemez sayfaları daha hızlı çevirmek istiyoruz. Henüz daha ilk sayfalardan hikayenin bize vaat ettiği çok fazla şey olduğunu düşünüyoruz.

Ta ki Gustav'ın asansördeki ilk monologuna kadar. Gerçi evet, Gustav'ın monologunu okuduğum anda, kitabın devamında buna benzer pek çok monologla karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Gayet doğal bir sahne canlanmıştı önümde. Otele gelen önemli müşteriyle muhabbet etmek için çabalayan geveze bir çalışan ve nezaket sınırları dahilinde sohbetin sünmesine müsaade eden konuk sahnesi, kitabın başı için fena da bir sahne değil. Ancak ilerleyen sayfalarla birlikte, Mr. Ryder'ın maruz kaldığı bütün o monologların ardından yoruldum. Çok kısaca özetlersem, şehre gerçekten önemli bir etkinlikte piyano çalmak için bulunan Mr. Ryder, şehir sakinleri ile sonu gelmez, boğucu, tedirgin edici ve yer yer anlaşılmaz maceralar yaşıyor. Lafın gelişi macera dediğime bakmayın, kimi zaman gerçekten ne olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz. Elbette yazarın bir tercihi bu. Kitaba hakim olan sisi oldukça iyi yaratmış. Ki daha önce Ishiguro okuduysanız, onun bu tarz sisler yaratmakta ne kadar başarılı olduğuna da aşinasınızdır. Ancak bu sefer farklı. Gömülü Dev ya da Beni Asla Bırakma'da var olan sislerin dağıldığı bir ferahlık noktasına er ya da geç varıyordunuz. Avunamayanlar ise bu noktada yolunu dolambaçlı yöne kırmaktan çekinmiyor. Siste devam etmenizi, bunalmanızı, yer yer kitabı okumaya ara vermenizi istiyor. Çünkü yoruluyorsunuz. Mr. Ryder'ın şehirdeki günleri boyunca devam eden dinlenememe problemine ortak oluyorsunuz. Meraklı bir okur olarak içinizdeki merak duygusunu kaşıyan bu romana devam etmeye can atıyorsunuz. Ama önünüzdeki sayfalarda birtakım olaylar gerçekleşiyor ve anlam veremiyorsunuz. Boris, gerçekten Mr. Ryder'ın oğlu mu? Sophie ile Ryder'ın arasında ne var? Bu mutsuz aile portresi gerçek mi? Yoksa bellek ile şimdi arasında geçişlere sahip güvensiz bir anlatıcıya mı sahibiz?

Belki bu noktada durmak gerekir. Çünkü cevaptan emin olamıyorum. Özellikle iki farklı karakter üzerinden baktığımız zaman, tam olarak ne düşünmemiz gerektiğinin açık olmadığını söyleyebilirim. Bu iki karakterden ilki Stephan. Otel müdürü olan babası ile annesini gururlandırmak isteyen, onlara piyano çalmada yetenekli olduğunu göstermek isteyen Stephan'ın bir noktada Mr. Ryder ile ortak bir bağının olduğunu öğreniyoruz. Bu öğrenme, tam da Ishiguro'nun diğer kitaplarındaki sisi dağıtma tarzına benzer bir şekilde karşımıza çıkıyor: Laf arasında, iki karakter arasındaki olağan bir sohbette çok önemli bir şey, hiç önem taşımıyormuşcasına söyleniyor. Böyle bir durumda ister istemez, Stephan'ın Mr. Ryder'ın gençliği olabileceği düşüncesine kapılıyorum. Kabul edilme arzusunu taşıyan bu iki karakter, Stephan'ın kitabın sonundaki kararıyla birbirlerine daha da benziyorlar. 

Bununla beraber bahsettiğim ikinci karaktere bakarsak ortalığın ne yazık ki aydınlanmadığını fark ediyoruz: Gustav. Otelde, taşıyıcı olarak taşıyan Gustav, Boris'in büyükbabası ve Sophie'nin babası. Kitap boyunca mutsuz bir aile tablosu içinde gördüğümüz Ryder, Sophie ve Boris üçlüsünün üçüyle de farklı yakınlıkta ilişkilere sahip. Üç karakteri de çok sevdiğini gördüğümüz Gustav'ın Boris'le son derece yakın olduğunu görüyoruz. Kızı Sophie ile ise yıllardır devam eden bir konuşmama durumunu sürdürüyor. Kırgınlık, küslük, kavga olmadan sadece doğrudan iletişimi kesen bu ikili, halinden son derece memnun görünüyor. Gustav, ilişkinin bu şekilde ilerlemesi gerektiğinden son derece eminle. Bununla birlikte Ryder ile olan ilişkisine baktığımızda ona saygı duyduğunu, saygıdan da öte sevdiğini görebiliyoruz. Üstelik Ryder da Gustav'ı seviyor görünüyor. Gustav'ın Ryder ve Sophie arasındaki ''şeyi'' bilip bilmediğini öğrenemiyoruz. Buna rağmen aralarındaki iletişim, Ryder'ın şehirdeki diğer herkesle kurduğu ilişkiden farklı.

Kitabın ilişkiler denkleminde Gustav'ın önemi ise -bence- biraz daha farklı. Ryder, Sophie ve Boris ile olan ilişkisinde Gustav'ın tam zıddı bir portre çiziyor. Sophie ile konuşuyor ama ona sinirlenmekten, bağırmaktan kendini alamıyor. Gustav'ın kendini pek düşünmeyen karakterine karşılık Ryder, Sophie karşısında bencil davranmaya son derece yatkın. Öbür taraftan Boris ile olan ilişkisi de sıkıntılı. Gustav ile Sophie arasındaki konuşmama durumunun daha toksik bir hali Ryder ile Boris arasında yaşanıyor. Üstelik bunun sorumlusu Ryder gibi görünüyor. Bu noktada Gustav ile Ryder'ın iki zıt karakter olduğunu söylemek mümkün. Böyle olunca da Boris'in Ryder'ın çocukluğu olabileceği düşüncesine pek sıcak bakamıyorum. Gerek Ryder ile Sophie arasındaki ilişkinin karmaşıklığı, gerek Ryder'ın ilkokul anılarının farklılığı bu düşünceyi uzak kılıyor.

Bunları neden anlatıyorum? Çünkü emin olamıyorum. Avunamayanlar, son zamanlarda okuduğum, hakkında karar vermekte en çok zorlandığım kitap oldu. Bir artı/eksi listesi yaptığımda iki tarafın da birbirine ağır gelebilecek yanları olduğunu kabul etmem gerekiyor. Gerçekten de yan karakterlerin zengin hikayesi, detaylara verilen önem, esrarı saklıyor oluşu, kitabın gözümdeki değerini artırıyor. Öbür taraftan kitabın, benim için zor okunan bir kitap olduğu gerçeğini de göz ardı edemiyorum. 30-40 sayfadan sonra dinlenme, biraz nefes alma ihtiyacı hissettim. Karakterler arasındaki iletişim kopukluğu, boğucu atmosfer ve çok keskin geçişler kimi zaman yorabiliyor. Bitirip üzerine düşündüğüm bir günün ardından ağzımda tuhaf bir tadın kaldığını söyleyebilirim. Daha önce bilmediğim bu tadı sevip sevmediğimden emin değilim. Belki de avuntu aradığım için yaşadığım deneyimi garipsiyorum, kim bilir...

Avunamama Puanı: 5/5

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Haftalık Rapor 6

Haftalık Rapor 5

Sınavlar İçin Tavsiyeler (Evet, Sınavlardan Sonra)