Merhaba.
Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergilere gönderdiğim iki öykü buldum. Bunlardan "Bir Ceket Vakası" başlıklı olanı birazdan okuyacaksınız. Bunu dergilere gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum, tıpkı öyküde ne olduğunu hatırlamadığım gibi. ChatGPT'ye öyküyü yükledim, fazla beğendi. Biraz sıkıştırınca o kadar da iyi olmadığını kabul etti. Benim için daha iyisini yazabilirmiş. Belki bir ara deneriz.
İyi okumalar dilerim.
- Siz inin. Ceketimi vestiyerden alıp geliyorum.
Onlar merdivene doğru yönelirken, ben yönümü tam ters istikamete çeviriyorum. Vestiyerden ceketimi alacağım. Bu sırada onlara sigara içmeleri için zaman tanımış olacağım. Aramızda daha önce üzerinde müzakere edilmemiş, hatta hakkında hiç konuşulmamış bir anlaşma bu. Onlar, benim yanlarında olmadığım zamanlarda sigaralarını içecekler; ben ise onlara bu zamanı tanıyacağım. ''Kendilerine ait bir zaman.'' Onlar öyle diyor. Ben ise ''Zehirlenme zamanı.'' diyorum. Ama aramızdaki -yine üzerine hiç konuşmadığımız- centilmenlik anlaşması gereği, bu düşüncelerimi kendime saklıyorum. Şimdi de aynı şeyi yapıyorum, anlaşmaya uygun davranıyorum. Vestiyerden ceketimi alana kadar geçecek zamanda onlar, yalnızca kırk beş dakika tütünsüz kalmalarının acısını çıkaracaklar. Sonra hep birlikte arabaya binip eve döneceğiz. Üzerlerine sinmiş tütün kokusu da bize eşlik edecek. Bundan rahatsız olsam da sesimi çıkarmayacağım, hassas bir anlaşmanın selametini düşünen vakur bir devlet gibi davranacağım. Görmezden, duymazdan geleceğim.
Vestiyer bölümüne doğru ilerliyorum. Salondan ilk çıkanlardan olmanın verdiği rahatlık üzerimde. Onlar, ''Sahneye bu kadar uzak bir yerden almasan olmaz mıydı?'' diye sormuşlardı. Ne kadar da mantıksız bir soru. Ama onlar, benim gibi her konu üzerinde enine boyuna düşünmedikleri, etkinlikleri bir bütün olarak planlamadıkları için böyle sorular sormaları normal. Onlar etkinliğin ufak bir parçasına odaklanıyorlar, hayatın bütün yönlerine yaklaştıkları gibi. Ben ise, her bir detaya gereken önemi veriyorum. Çünkü vermezsem, çorbaya giren bir sinek gibi o detay da midemi, etkinliğe katılanların da midesini elbette, bulandıracak. Sahneyi en iyi gören yeri seçmem, seçeneklerden bir tanesi. Hatta pek çok kişiye göre, ideal seçenek. Ancak salondan bir an önce çıkmayı, vestiyerden ceketimi almayı, Ankara soğuğunda onları bir sigara içimlik süreden daha fazla bekletmemeyi de dikkate alınca seçilebilecek en iyi yerin, en arkanın iki sıra önü olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Tam kapının önündeki koltukları da alınca, daha en öndekiler koltuklarının önünde rahatsız bir şekilde ayakta dikilirken vestiyere varmış, bankonun üzerindeki zile basmış oluyorsunuz.
Ding!
İlk zilin ardından kimse gelmiyor. Oyunun bu kadar kısa sürmesini kimse beklemiyordu herhalde. Ding! Bankonun arkası boş, görevliler de ortalıkta görünmüyor. Halbuki oyunun ne kadar süreceğinden haberdar olmaları ve ona göre yerlerine geçmeleri gerekir. Ding! Hem ne acayip bir oyundu öyle. Hiçbir şey anlamadım. Oyunun adı Bir Ceket Vakası, ama kırk beş dakika boyunca o meşhur ceketi göremedik. Ceket de ceket diyip durdular, izleyenleri merakta bıraktılar. Sonra bir anda perde kapandı. Modern sanat buysa, ben bu sanatın seveni olamayacağım. Ding!
Bir anda uzunca bankonun altından önce bir kırmızı fes, ardından da o fesin sahibi baş uzanıyor. Ağır çekimde bütün vücudu, uzunca bankoyu bile kısa gösterecek şekilde yükseliyor. Oldukça uzun bir adam. Kafasındaki fes, gömleğinin üstündeki kırmızı yelekle oldukça komik durabilirdi, eğer bu kadar uzun olmasaydı. Ancak şimdi, yalnızca tuhaf duruyor; sanki bankonun arkasına ait değilmiş gibi. Oldukça tuhaf duruyor.
- Buyrun, efendim. Nasıl yardımcı olabilirim, diye soruyor.
- Ceketimi almak istiyorum, diyorum.
- Elbette, ceketinizi alabilirsiniz. Şu sepete bir numaralı fişi bırakın lütfen.
O, elini uzatıp göremediğim bir yerden sepeti çıkarıp bankonun üzerine koyarken ben de istemsizce ceplerimi, ardından cüzdanımı karıştırıyorum. Bir numaralı fişi arıyorum; hiç sahibi olmadığım, hatta saniyeler öncesine kadar varlığından haberdar dahi olmadığım fişi. Ama kırmızı feslinin sesi, benim o fişin sahibi olduğumu inandığını göstermekte o kadar başarılı ki bir süre, ben de fişin sahibi olduğuma inanıyorum ve tekrar tekrar ceplerime bakıyorum. Ceplerimde önce fişi - ki ısrarlı çabama rağmen eylemin başarısızlıkla sonuçlanacağı aşikar, ardından fişi bulamamanın verdiği tedirginlikle hiç fiş almamış olma ihtimalimi arıyorum. Kırmızı fesli, istifini bozmadan bütün bu anlamsız çabamı izliyor. Birkaç kez, son üçü çok kısa aralıklarla olmak üzere göz göze geliyoruz. İşi beklemek olan ve bazen bu beklemeleri gerçekdışı bir hal alanların her zaman yaptığı gibi, işi beni beklemek değilmiş gibi davranıyor. Her geçen saniye biraz daha utanca battığım için nefes almak için ağzımı açıyorum:
- Sanırım kaybetmişim, bulamıyorum.
Birden telaşlanıyor:
- Nasıl olur efendim, bir numaralı fişi vermeden size ceketinizi nasıl teslim edebilirim?, diye öyle bir soruyor ki şu an hayatının eksik parçasının o bir numaralı fiş olduğuna inanıyorsunuz. Üzülüyor, hayal kırıklığına uğruyor, ama konumu nedeniyle yalnızca dudağını bükebiliyor. Böylece ancak yeterince şımartılmış ve elbette yeterli dolgunlukta dudaklara sahip olan çocukların elde edeceği bir konuma erişiyor. Başı öne eğiliyor, dudakları yere bakıyor, her ne kadar bu manzara anlamsız gelse de kendimi kötü hissediyorum. Bir şeyler yapmam gerekiyor. Onu üzmek istemesem de içinde bulunduğumuz tuhaf durumdan çıkmak için bir yetişkine ihtiyaç duyuyoruz ve belli ki o yetişkin, benim. Bir yetişkin gibi davranıyorum:
- Doğrusunu söylemek gerekirse, bir numaralı fişe sahip olduğumu sanmıyorum.
Kollarını, sanki ona saldırmaya hazırlanmışım da kendisini bu saldırıdan korumak istermişcesine yüzünü kapatacak şekilde kaldırıyor. Bankodan uzaklaşıyor. Sol eli, alnına gidiyor. Büyük Rus romanlarında aşklarından yataklara düşen pek değerli hanımefendilerin kırılganlığıyla boynunu da bükerek sırtını dönüyor. Arkası bana dönükken omuzlarının hafif hafif titrediğini fark edebiliyorum. Kısa hıçkırıklar duyuyorum. İnsan, karşısındaki insanın ağladığını anlayınca buna sebep olmasa da üzülür hani; ben, işlerin nasıl bu hale geldiğini anlayamadığım için en basit tepkiyi bile veremiyorum. Ağzımdan bir kelime dahi etmeyen sesler çıkıyor. Biraz önce sarsıntısı daha da artan omuzlar, bir anda dikkat kulak kabartıyor. Kırmızı fesi taşıyan başı, sol omzunun üstünden hızlıca bana dönüyor. Gördüğünden memnun olmamış olacak ki yüzünü buruşturuyor. Yine de bana bakmayı sürdürerek bedenini de benden yana çeviriyor. Çatallı bir sesle, hemen omzumun üstünden salonun kapısına bakarak konuşuyor:
- Lütfen, bunun doğru olmadığını söyleyin. Bir numaralı fiş sizde değilse, kimde o halde?
- Bilmiyorum. Yalnızca ceketimi almak istiyorum. Lütfen ceketimi verebilir misiniz?
- Fişiniz olmadan size ceketinizi veremem efendim, diyor. Az önceki korku dolu gözleri bir anda kendisinden son derece emin birinin gözlerine dönüşüyor. ''Fişiniz olmadan (burayı özellikle bastırıyor) ceketinizi nasıl bulabilirim ki?''
Buna benzer durumlar için önlemimi çok önceden almış olduğum için bıkkınlıkla, otomatik bir şekilde sorusunu yanıtlıyorum:
- Göğüs kısmındaki sol iç cebin üzerine beyaz iplikle F ve K harfleri işlenmiş lacivert bir ceket. Bulmanız kolay olacaktır. Şimdi, kimse gelmeden ceketimi verebilir misin, lütfen?
Henüz bu cümleye soru işareti konulmamışken kırmızı feslinin yüzü, müthiş bir öfke ile kızarıyor. Vücudunun titremeye başladığını, ellerini zar zor zapt ettiğini görebiliyorum. Sinirle:
- Siz, diyor. ''Siz bunu benden nasıl istersiniz? Bir numaralı fişe sahip olmadan ceketinizi almayı nasıl teklif edersiniz? Siz, siz efendim, beni ne sanıyorsunuz?'' Soru işaretini, sıktığı yumruğunu havaya sallayarak kuvvetlendiriyor. İster istemez bir adım geri atmak zorunda kalıyorum. Kırmızı feslinin gittikçe teatral hale gelen hareketleri beni tedirgin ediyor. Durduk yere suratımın ortasına bir yumruk yemekten, ceketimi alamadan hastaneye gitmek zorunda kalmaktan, aşağıda bekleyenlerin ciğerlerini zehirlemelerine biraz daha izin verecek olmaktan korkuyorum. Mahcup bir şekilde:
- Özür dilerim, gerçekten özür dilerim. Ben sadece ceketimi istiyorum. Arkadaşlarım. Beni bekliyorlar. Aşağıda. Ceketimi alırsam. Yani, sizi de zor durumda bırakmak istemem. Sadece- Kırmızı fesli, elini ''geçiniz efendim bunları, geçiniz'' dercesine salladığında cümle kurma yeteneğimi de süpürüyor. Beni bu durumda görmüş olması, keyfini yerine getirmiş olmalı, dudağına soğuk bir gülücük yerleşiyor. Baştan aşağı beni süzdükten sonra:
- İçeride o kadar insan varken, size ceketinizi vermemi istiyorsunuz demek! Nasıl bir insansınız siz! Başkalarının sırasını çalacak kadar alçaldınız mı?, diyor. Tüylerim diken diken oluyor, ensemden aşağıya doğru bir soğukluk yayılıyor. Bunun fazla olduğunu söyleyen, azınlıktaki yanım anında susturuluyor. Karnımın ortasına yerleşen sıkıntı, çabuk bir darbeyle yönetimi eline geçiriyor. Stresin ne kadar kötü bir yönetici olduğunu bilirsiniz, yine aynı şey oluyor ve ne zaman alındığı bilmediğim bir ''ellerini birleştir, başını öne eğerek pişman olduğu göster'' kararını uyguladığımı görüyorum. Bu yetmezmiş gibi konuşmaya başlıyorum:
- Affedin beni, lütfen affedin, diyorum. Başımı olabildiğince eğerek daha önceden birleştirdiğim ellerime yaklaştırıyorum. Bir süre ikimiz de sessiz kalıyoruz. Ardından, biraz da boynumun ağrımasından dolayı başımı kaldırıp göz ucuyla kırmızı fesliye bakıyorum. Gözlerinde ne göreceğimden emin olamadığım için ürkerek attığım bu bakış, onun gözlerine yakalanıyor. Gözlerinin içinin parladığını görüyorum. Ona baktığımı fark eder etmez:
- Başınızı kaldırın lütfen, diyor son derece sıcak bir ses tonuyla. Sesinde eski bir dostun özlemle dolu o tanıdık yakınlığı var. Elini bana doğru uzatıyor. Terlemiş avuçlarımdan utanarak uzanan eli tutuyorum. Duygusal bir müzik yükseliyor. Kırmızı fesli elimi iki elinin arasına alarak soruyor:
- Ceketinizi vereceğim. Ama lütfen, merakımı mazur görün ve beni cevapsız bırakmayın. Siz, değerli beyefendi, evden çıkarken holün ışığını açık bırakan insanlardan mısınız?
Alkışlar...
Dakikalarca süren alkışlar..
Kırmızı fesli, önce bana sarılıyor. Kulağıma çok iyi olduğumu söylüyor. Sonra omuzlarımdan tutup çeviriyor. Salonun kapısının üzerindeki küçük bir ekranda yüzlerce insan bir şeyleri alkışlıyor. Kimisi ayağa kalkmış, kimisi başını sağa sola sallıyor. Kırmızı fesli önce reverans yapıyor. Ardından alkışlayarak beni gösteriyor. Bir yandan da konuşuyor:
- Beyefendi, siz prömiyerin yıldızısınız. Bu gece modern tiyatro, sizin performansınızın sayesinde eşsiz bir seviyeye ulaştı. Siz, dördüncü duvarı kırmakla kalmadınız, aynı anda yazarın hegemonyasına da son verdiniz. Yazdınız ve oynadınız. Bu gecenin gerçek yıldızı sizsiniz!
Alkışlar bir kez daha başlarken kırmızı fesli yanıma geliyor. Koluma girerek az önce reverans yaptığı yere kadar bana eşlik ediyor. Bir adım gerimde bekliyor. Küçük ekrandaki insanlar, alkışlamak için bir şeyler söylememi bekliyor:
- Ceketimi alabilir miyim, sigaraya ihtiyacım var.
Yorumlar
Yorum Gönder