Ana içeriğe atla

Kafası Karışık Bir Haftalık Rapor

 Merhaba.

Dün akşam bir süredir izlemeyi planladığım "American Fiction'ı nihayet izleyebildim. Biraz dağınık bir film, ancak çıkış noktası ve oyunculuklarıyla seyirciyi içine alıyor. Ayrıca -belki bir kısmınız katılmayacak ama- çok hoş bir finali var. Müthiş karizmatik bir isme sahip olan Thelonius "Monk" Ellison'ın edebiyat dünyasına bıraktığı "çılgınlığın" beklemediği sonuçlarıyla mücadele ettiği filme şans verirseniz, pişman olmayacaksınız. Üstelik Jeffrey Wright bütün karizmasıyla ekranı dolduruyor.

Filmin beni düşündürdüğü nokta, seçme ya da seçememe ikilemi. Filmde bir yerde, üç yüz bin (300.000) adet basılan kitabın, peynir ekmek gibi satıldığını ve bir o kadar daha basılacağını duyuyoruz. Yayınevlerinin reklam politikalarının etkisi elbette çok büyük. Kitabın tam olarak piyasaya hitap etmesi ve okura istediğini vermesi de onu, satış konusunda peynir ekmekle yarışır konuma getiriyor. Elbette coğrafya yine durumları etkiliyor. Bizde işler pek böyle ilerlemiyor. En son hangi kurgu üç yüz bin adet basıldı, hatırlamıyorum bile. Ama yine de kitap seçimlerimizi etkileyen bir basım dünyası ve okur çevresinin varlığı aşikar. 

Reklamlara bakarsanız yeni basılan kitapların büyük bir kısmını muhakkak okumamız gerekiyor. Okur tavsiyelerine güveniyorsanız yeni basılan kitapların büyük bir kısmını muhakkak okumamız gerekiyor. Blog yazılarına güveniyorsanız yeni basılan kitapların büyük bir kısmını muhakkak okumamız gerekiyor. Yani kısacası, pek çok kitabı muhakkak okumamız gerekiyor. Peki gerçekten okumamız gerekiyor mu?

Bu blogun çıkış noktası aslında bu soruyla çok ilişkiliydi. Zamanımız dar ve okunacak kitap fazla. "Ne okuyalım? Binlerce kitap arasından okumak için tercih ettiğimiz kitap bizi teselli eder mi?" Bu iki sorudan hareketle kendi okuduklarımı -ama daha çok hakkında konuşmak istediklerimi- yazmaya başladım. Birkaç istisna dışında yeni çıkmış kitaplara pek el atmadım. Bunun ilk sebebi yeni çıkan kitaplar hakkında zaten yazılmasıydı ve inanın, çok iyi yazılar görünce yazmak istemiyordum. İkinci sebebi ise, zaten övülmüş/önerilmiş olan kitabın bir kez daha övülmesine ihtiyaç olmadığını düşünmemdi. Kitleler halinde övülmesi gerektiğini düşündüğüm kitaplar yok mu? Elbette var (öhöm, Terra Nostra). Ama bir süredir her kitabın, özellikle de yeni çıkan her kitabın kitle övgüsüne mazhar olmasının kitap seçim algımı bozmaya başladığını hissediyorum. 

Okumak, nihayetinde kişisel bir eylem. Bir okuma kulubüne dahil olmanız kitap seçimi gibi okuma öncesi ve değerlendirme gibi okuma sonrası eylemlerinizi etkiliyor. Grubun kendisinin, şahsi beğenilerinizi etkilemesini bir kenara bırakırsak aslında yaptığımız son derece yalnızlaştırıcı bir eylem. Belirli bir vaktinizi ayırıp hoşunuza gideceğini düşündüğünüz bir kitaba ayırıyorsunuz. Bu süreç, okumaya başlamadan önce okuyacağınız kitabı bulmaya çalışmanızla başlıyor. Belki yalnızca isminden dolayı iki saniyede kasaya varıyorsunuz. Belki önceden belirlediğiniz kitaplara, hedefine kilitlenmiş bir roketin kararlılığıyla gidiyorsunuz. elki saatlerce geziniyorsunuz, yine de karar veremiyorsunuz. Neticede önemli bir karar vermek üzere olduğunuzu düşünüyorsunuz. Birazdan yeni bir dünyaya adım atacaksınız. Bu açıdan kitap okumayı keşif gibi düşünebilirsiniz. Egzotik canlılarla, topografik garabetlerle karşılaşacağınız, ancak bunlardan memnun olup olmayacağınızı bilmediğiniz yepyeni bir kara parçası. Nelerle karşılacağınızı, karşılaştıklarınızı sevip sevmeyeceğinizi bilemezsiniz. Hatta bazen, adanın diğer ucundan gelen dumanı merak edersiniz de bu nedenle devam edersiniz. Neresinden bakarsanız bakın, bir yandan korkutucu. 

Elbette, sınırlı bir vaktinizi ayırdığınız için hoşunuza gideceğiniz kitapların seçiminde güvendiğiniz insanlara danışmakta fayda var. Herkes bunu yapıyor. Okurluğuna hayran olduğunuz birinin yazdıkları, arkadaş sohbetleri, sosyal medya yorumları vs. faydalanıp iyi kitaplar bulmak hiç de zor değil. Keşfetmek yerine daha önce oralarda bulunmuş bir rehberden tavsiye almak belki daha iyi bir fikir. Ancak şunu düşünün; yepyeni bir kıtaya ayak bastınız. Üstelik kıyıdan biraz uzaklaşınca sizden önce buraya gelmiş olanların izlerini de fark ediyorsunuz. Silinmeye yüz tutmuş, ancak hala orada olan izler. Bir maceranın yaşandığının kanıtı. İnsan heyecanlanıyor.

Tabii bütün okumalar böyle olacak diye bir şey yok. Bazen sadece engin bir denizde yolculuk etmek istersiniz. Bildiğiniz, güvendiğiniz yazar yepyeni eseriyle sizi alsın, yolculuğa çıkarsın, yeni keşfettiği yerleri o alıştığınız diliyle size anlatsın ve sonra sizi tekrar evinize bıraksın. Sadece bunu düşünmek bile insanı rahatlatıyor.

Okumanın güzel yanı da burada yatıyor. Beyaz balinanın peşinde de koşabilirsiniz, Godot'yu beklemeye devam da edebilirsiniz. Üstelik istediğiniz an, tercihinizden vazgeçip yepyeni bir tercihte bulunabilirsiniz. Neticede her zaman bir risk var: Hayal kırıklığına uğrama riski.

Zachary Kanin, New Yorker

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sınavlar İçin Tavsiyeler (Evet, Sınavlardan Sonra)

Acısıyla tatlısıyla bir sınav döneminin daha sonuna geldiniz, tebrikler. Artık derin bir nefes alabilir, vize sonuçlarını beklemeye başlayabilirsiniz. O da ne? Henüz sınav döneminiz bitmeden birkaç sınav açıklandı bile. Test sınavlarının yalnızca sizin için değil, hocalarınız için de avantajları var.  İşte onlardan birini görmüş oldunuz. Notlarınız beklediğiniz gibi gelmedi. Halbuki siz yazmıştınız. Zaten çalışmıştınız. Belli ki hocanız zor sordu, anlatmadığı yerden sordu, vs. Ya da belki de kağıtları okumadı. Asistanına okuttu, rastgele puanlama yaptı, kağıtları havaya atıp ters düşenlere yüksek verdi. Belki de hoca size taktı. Zaten şüpheleniyordunuz, derste size kötü kötü bakıyordu. Aa, derse gelmediniz. O zaman derse gelmediğiniz için de takmış olabilir. Bunların hepsini düşündünüz, düşündükçe daha da ikna oldunuz ve hocaya e-posta atmaya karar verdiniz. Ama nasıl yazacağınızı bilmiyorsunuz. Doğru yerdesiniz. Sizin için aşağıya bir örnek bırakıyorum: "Merhaba Sayın Hocam, Ben ...

Pratiklerde Hayatta Kalma Rehberi

Başlarken Not:  Neredeyse bir sene önce, vize sınavlarından sonra, sınav dönemi boyunca üzerine düşündüğüm metni blogda paylaşmıştım. Bu yazı,  o yazının  devamı. Bu nedenle önce o yazıyı okumanız daha iyi olacaktır. Çünkü orada yer alan tavsiyeler, doğal olarak burada yer almayacak. Bu yazıda daha spesifik olarak sınav gözetmenliği boyunca dikkatimi çeken durumlara ilişkin tavsiyelerde bulunacağım. Aslında daha çok söyleneceğim ama öyle söyleyince pek hoşunuza gitmiyor, "sen kim oluyorsun" itirazları ve diğer daha kötü anmalarla kulaklarım çınlıyor. Notun Notu: Yazıya başlarken niyetim gerçekten de sınavlar hakkında tavsiye verdiğim ikinci bir yazı yazmaktı. Ancak soru çözümüne yönelik pratik derslere ilişkin söyleyeceğim çok sözüm varmış. Ayrı bir yazı oluşturacak hacme ulaşınca önce bu yazıyı yayınlamaya karar verdim. Yazmak için yola çıktığım yazı da haliyle ertelendi. Sınavlardan önce yetişir mi, bilemiyorum. Gerçi ilk yazıyı düşünürsek yetişip yetişmemesi o kadar da...

Kontrol Kalemi: Barış Bıçakçı - Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin

Yayıncı:  İletişim Yayınları Editör:  Tanıl Bora Kapak: Suat Aksu Sayfa Sayısı : 131 Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, " Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin " isimli romanda arıyoruz. Zaman zaman Barış Bıçakçı uğruyor hayatlarımıza. Bir anda yeni romanının geleceği haberini alıyor, o güne kadar bekliyor, çıktığı gibi okuyor, böylece onu dinlemiş oluyor ve ardından kendisini uğurluyoruz; bir sonraki eserine kadar. O da iki eseri arasındaki süreçte ortadan kayboluyor, hiç görünmüyor, haber vermiyor; sonra bir anda yeni eseriyl...