26 Mart 2019 Salı

Kontrol Kalemi V: Medarı Maişet Raporu - Sait Faik Abasıyanık


Medarı Maişet Raporu - Sait Faik Abasıyanık

Editör: Ruken Kızıler
Görsel Yönetmen: Birol Bayram
Düzelti: Adil İzci
Sayfa Sayısı: 193

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Medarı Maişet Motoru adlı romanda arıyoruz.


Sait Faik Abasıyanık üzerine düşünmek, beni her zaman bir yol ayrımına getiriyor. Bir yol, öykücülüğüyle öykücülüğümüzü başka bir seviyeye taşıdığı için kendisini sayfalarca övmek isteği. Diğer yol ise, kelimelerinin en canlılarını özenle seçip iyice tarttıktan sonra, kesin bir hesapla öyküsünü anlatan bir yazarı laf kalabalığıyla boğmamak için adımların dikkatli atılması gereken bir mayın tarlası. Sanırım, ayaklarımı iyice açarak her iki yoldan da ilerlemeyi deneyeceğim. Olur da ''Hişt, hişt!'' diye bir ses duyarsanız, deniz rüzgarını karşınıza alarak koşun. Muhtemelen düşmüş, düştüğüm yerden gördüğüm gökyüzünü izlemeye dalmışımdır. Çünkü Sait Faik'i okurken çoğunlukla tam da bu hisse kapılırım. Adaların arasında batan bir güneş, rüzgarın getirdiği tuzlu deniz havası ve akşamla birlikte kıyıya yanaşmaya başlayan balıkçı teknelerinden gelen ses. Eğer önceden Sait Faik okuduysanız bu manzarayı elbette biliyorsunuz. Yalnızca bu manzara değil, yattığınız yerden kalkıp da köye doğru yol aldığınızda karşılaşacağınız adalıları da biliyorsunuz. Ne yaparlar, nelerden hoşlanırlar, onları çok iyi tanıyorsunuz. Çünkü Sait Faik okudunuz. Onunla birlikte adaları gezdiniz, balığa çıktınız ve gökyüzünün altında aylaklık ettiniz. O yüzden Medarı Maişet Motoru'nun ilk sayfalarında da o tanışlığın getirdiği rahatlıkla öyküye dahil oluyorsunuz. Sonrasında karşılaşacağınız sayfalara hazırlıksız yakalanmamızın bir sebebi de bu. 

Medarı Maişet Motoru, Sait Faik'in ilk romanı. İki farklı yol üzerinde ilerleyen roman, yolların birleştiği kısma kadar - ve hatta sonrasında da - yazarın öykülerini okuyormuşuz izlenimini uyandırıyor. Özellikle karakter açısından da zengin olduğu ve karakterlerin, ayrı birer öykü olan hikayelerini de okuduğumuz için, ilk başlarda romanın asıl izleğini bulmak zorlaşıyor. Bu zorluğu yine, Sait Faik'in muhteşem diliyle anlattığı öykülerle aşıyoruz. Burada, karşımızda bir roman olsa da birtakım eksiklikleri, kendi içerisinde gevşek bir bağı olan bir kitapla karşılaştığımızdan belki de şunu söyleyebiliriz: Ana izleğin takibini zorlaştıran öyküler, yine bizi ana izleğe götürüyor. Yalnız takip ettiğimiz yol çok daha dolambaçlı, çok daha karmaşık. Üstelik, her ne kadar Sait Faik'in öyküleri olsa da yazarın diğer öykülerinden çok daha farklı öykülerle karşılaştığımızdan yolculuk, beklemediğimiz bir şekilde ilerliyor. Farklı öyküler; çünkü yazarın her daim sahip olduğu umudu, en kötü anda dahi bir anda geliveren yaşama sevincini göremiyoruz. Karşımızda kasvetli öyküler var. Öyle öyküler ki kimi zaman devam etmek için yutkunmak, çöküveren ağırlığı kaldırmak için nefes almak gerekiyor. Bir şekilde devam edebiliyorsak bunun sebebi hem o umut ışığını yakalama arzusu, hem de Sait Faik'in sakin dili. Yine alıştığımız basit görünen, ancak maharet isteyen anlatımıyla romanın kurgusundaki aksaklıklara tolerans gösterebiliyoruz.

Bir ada hikayesi olarak başlayan kitap, bir ada hikayesi olarak bitmiyor. Okurken arşınladığınız yolun bir kayalık olduğunu, tepeden kopup gelen taşlara göğüs germeniz gerektiğini, ancak sonrasında güneşe erişip soluklanacağınızı düşünüyorsunuz. Ancak siz tepeye vardığınızda hava bozuyor, fırtına başlıyor. Romandaki karakterlerin yakalandığı fırtına sizi de tutuyor, çarpıyor, sallıyor. En sonunda, düştüğünüz yerden gökyüzüne baktığınızda, hayal meyal güneş ışığını yakalıyor gibi oluyorsunuz. Bunun bir Sait Faik Abasıyanık kitabı olduğunu, bu yüzden düştüğünüz yerden kalkabileceğinizi, sahile inip hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edeceğinizi ve yarın, yine tepeyi tırmanmak isteyeceğinizi biliyorsunuz. İlginç, ama gerçekten kitap bittikten sonra, yorulduğumu hissettim. Yine de bu yorgunluğun altında tuhaf bir duygu daha vardı. Medarı Maişet Motoru'nun üstünde fırtınayı atlatmıştım. Birtakım insanların hayatlarını gözlemiş, onların mutluluklarıyla şenlenmiş, acılarıyla dertlenmiştim. Fırtınaya kapılmış, ardında bıraktığı sahil gibi darmadağın kalmıştım. Yine de fırtına geçmişti ya, önemli olan buydu.

Teselli Puanı: 4,5/5

23 Mart 2019 Cumartesi

Özgür'ün Terk Edildikten Sonra Edindiği Alışkanlıkların Listesi I


1- Yaya yolunu yalnızca beyaz çizgilere basarak geçmek.

Nasıl olduğunu kendisi de bilmiyor, ama terk edildikten sonra Özgür tuhaf bir şekilde, karşıdan karşıya yalnızca beyaz çizgilere basarak geçmeye başladı. Bunu Ziya Gökalp Caddesi’ndeki ışıklardan geçtiği sırada, tam olarak söylemek gerekirse kaldırım ile yoldaki son beyaz çizgi arasını ufak bir sıçramayla aşarken ilk defa fark etmişti. Bir an için kendisini sorgulamış, çevresindeki diğer insanlar gibi neden normal yürümediğini, kaldırıma doğru sıçradığını anlayamamıştı. Ertesi sabah, beyaz çizgilere basabilmek için adımlarını ayarladığını fark etti. Büyük adımlar, küçük adımlar, ufak sıçramalar, birbirini takip eden dans motifleri gibiydi. Ama üzerinde fazla durmadı, en azından birkaç insanın kendisine baktığını fark ettiği bir sabaha kadar bu konuyu bir daha düşünmedi. Ama o sabah, kendisini üç adım atlamada piste (?) çıkmış gibi hissetmesinden mütevellit bu konuya daha sonra vakit ayırmaya karar verdi. Pekala tahmin edebileceğiniz üzere, depresyona girmiş pek çok insanın yaptığı üzere aldığı yeni kararların yüzde doksanına uymadı. Bu da o kararlardan biriydi.

Depresyonunun sonuna kadar bu küçük atlayışlara devam etti, öylesine ustalaştı ki yağmurlu havalarda ayakkabıları minik su birikintilerine hiç batmadı.


2- Mekik çekmek.

Özgür, göbekli olmayan herkesin karın kasına sahip olması gerektiğine dair çocukluğundan kalma saçma bir fikre sahipti. Bir sabah, duştan sonra karın kaslarına sahip olmadığını gördü ve anında sırt üstü uzanarak mekik çekmeye başladı. Uzun süredir spor yapmamış olmasına rağmen kendisini gereksiz yere zorladı. 37 adet mekik çekti. Diğer günler sırasıyla 42, 39 (kırka tamamlamak istemişse de karnındaki yanma izin vermemişti) ve 37 tane mekik çekti. Bir sonraki gün, acelesi olduğunu kendi kendine yineleyerek mekik çekmeden evden çıktı. Daha sonraları içindeki sızıyı engellemek için haftada bir mekik çekmeye başladı. Sağlık için (bu da tartışmalı aslında, karın kası için de denebilir) çıktığı yol, bir haftada omuzlarına yüklenmiş yeni bir yük haline geldi, adeta ritüele dönüştü. Peki, bundan en çok faydalanan karın kasları mı oldu? Ne yazık ki hayır. Hazır gıdalar, dondurulmuş yağlar, asitli içecekler ve katkı maddeleriyle doldurulmuş türlü türlü lezzetli abur cuburlar karşısında haftada bir kez, o da karın kasından çok vicdanı rahatlatmak için çekilen mekikten hayır beklemek, takdir edeceğiniz üzere, fazla saflık olur.


3- Yemek videoları izlemek.

Önce Facebook reklamlarında denk geliyor, sonra Youtube’da aramalara başlıyor. Yapmayacağını bilse de telefonu eline aldığı her zaman, en azından bir video izliyor; hayatında hiç görmediği malzemelerin bir araya gelerek böylesine canlı, böylesine muazzam görünen yemeklere dönüşmesine şaşırıyordu. Birbiriyle uyumsuz gibi görünen pek çok malzemenin aynı yemekte buluşmasına şaşırıyordu. Şaraba batırılan etlerin üzerine mozzarella serpiliyor, karideslerden köfteler yapılıyor, Özgür’ün hastalandığı zaman balın içerisinde tadını aldığı ve hiç sevmediği zencefilden kurabiyeler yapılıyordu. Özgür depresyonda olmasa, düşünme yetisinin büyük bir kısmını neden terk edildiğine dair saçmasapan teorilere harcamasa, buradan çok güzel sonuçlara varabilirdi. Kendi hayatını düzene koyma konusunda işe yarar çıkarımlar yapabilirdi. ''Çünkü hayat, farklı malzemelerin bir araya geldiği bir kazandır aslında. Yemek yapmaktan tek farkı, malzemeleri çoğu zaman seçemememiz ve kazana ne zaman gireceğini bilmememizdir. Ama ne kadar pişirmemiz gerektiğini bilirsek, yemeğin tadını bozmadan pişenleri çıkarabiliriz. Hayatımızı tatsız hale getiren çoğu zaman tam kararında pişmemiş malzemeler, olaylar, duygulardır.'' Tamam, belki de düşünme yetisini bir süre için kaybetmesi daha yararlı olmuştur. Bu fikirlerin yalnızca burada, birkaç kişinin önüne çıkarılması hepimiz için daha iyi olmuştur. Hem zaten Özgür bütün bu cümleleri hiç düşünmedi bile. Süt ile karıştırılan karabiberin tadını merak etti, mutfakta ikisi de olmasına rağmen kalkıp da merakını gidermedi.

Özgür biraz böyleydi. Harekete geçme konusunda beceriksizdi, mutfakta beceriksizdi, belli ki hayatta da beceriksizdi.

15 Mart 2019 Cuma

Kontrol Kalemi IV: Yedi - Cem Akaş


Yedi - Cem Akaş

Sayfa Sayısı: 232 (Çıkarılan bölümlerden Kronk dininin fanatikleri sorumludur.)
Vahiylerin Geliş Tarihi: Bilinmiyor. Kronk'un ilk peygamberinin çelişkili yanıtları, bu konuda kimseye yardımcı olmuyor.
Basım Yılı: İsa'nın şehadetinden çok sonra.
Kitabın Yazarının Cem Akaş Olma İhtimali: 1/2. (Karakterlerden birinin, bir şekilde kapağa ismini yazdırmayı başarmış olması, ihtimali kuvvetlendiriyor.)
Kitapta Geçen Olayların Zaten Yaşanmış Olma İhtimali: 1. (Sadece siz hatırlamıyorsunuz.)

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Yedi adlı romanda arıyoruz.


1. Bu kitapta anlatılanlar yaşandı, yaşanıyor ve yaşanacak. Kronk dahil bunu kimse değiştiremez. Kronk dışındakilerden şüpheliyim, ama Kronk'un değiştiremeyeceği kesin. Kendisi, pek becerikli bir Tanrı değil çünkü. Ancak Cem Akaş, becerikli bir yazar. 

2. Hakan, Kronk dininin yıllardır beklenen ikinci peygamberi olduğunu öğrenen bir fizikçi. Birtakım olaylar sonucunda esas karakterimiz olmuş bir kader kurbanı. Bütün bunların sebebi, kitabın sonunda ortaya çıkıyor. (Ancak 1/12 ihtimalle, bütün gerçeklere çok daha önceden erişmiş olma imkanınız var.)

3. Yağmur, Kronk dini hakkında şüphe uyandıracak derecede çok fazla bilgiye sahip, ancak sahaf olması dolayısıyla kendisini aklayabileceğimiz bir karakter. Hakan'ın sevgilisi, Hakan tarafından kaleme alınan ilişki manifestosunun yazılmasında etkili olduğundan şüphelenebiliriz. Sahaf olması, Hakan tarafından yazılan metinde parmağı olabileceği şüphesini kaldırmıyor. Sahaflık öyle bir meslek değil.

4. Kronk ülkemizde özellikle Ankara İstanbul İzmir gibi şehirlerde müritlere sahip olup bu müritlerini kritik yerlere konuşlandırarak ülke çapında önemli bir etki yaratmayı amaçlıyor gibi görünse de kendi kronik sorunları nedeniyle pek yol alamayan bir inanış öncelikle peygamberlik müessesesinde sorun yaşıyorlar ilk peygamberin sesi soluğu çıkmazken geleceği rivayet edilen ikinci peygamber hakkındaki dedikodular ortamı ziyadesiyle geriyor işte tam o sırada ikinci peygamber bir anda ortaya çıkıyor bunun altı üstü bir dedikodu olduğu düşünülebilirdi ancak ikinci peygamberin bütün alametleri taşıyor olması ilk peygamberi destekleyenlerin tedirginlik duyması için yeterli oluyor ile harekete geçmeye karar veriyorlar bu noktada ikinci peygamberin Hakan olduğunu hatırlatmak önemli çünkü hedefteki ismin Hakan olacağı bariz üstelik sayfalar ilerledikçe ile Hakan'ın Kronk ile peygamberliği hakkındaki inançları değiştikçe olaylar tuhaflaşacak ile bunu okumak okuru oldukça meraklandıracak çünkü Kronk böyle olmasını istedi.

5. Peki ben, neden tam şu an böyle tuhaf bir inceleme yazıyorum? Bu soruyu, parçalarına ayırarak her parçayı ayrı ayrı cevaplamak gerekiyor. Çünkü, kitaptan da öğrenebileceğiniz üzere her parça, bütüne çok farklı şekillerde hizmet ediyor. İlk soru: Ben kimim? Bu, sizi hiç ilgilendirmiyor. O yüzden bu soruyu geçiyoruz. İkinci soru: Şu andan kastımız ne? Mart ayının ortasında saat 23:50. Bu tabir, belirlilik ile belirsizliği bir arada taşıyor. Üçüncü soru: İnceleme neden tuhaf? Eğer daha önceki yazıları okuduysanız oradaki üsluptan ve kitapları inceleme tarzından uzaklaşıldığını fark edebilirsiniz. Bunun sebebini tahmin etmek zor değil. Çünkü farklı yazılmış bir kitabın değerlendirmesinin farklı olması gerektiğine karar verildi. Araya sıkıştırılmış soru: Kim tarafından karar verildi? Belki Kronk tarafından, kim bilebilir? Dördüncü soru: Neden yazıyorum? Bu çok geniş sorunun cevaplanması için daha geniş bir yere ve daha az üşengeç bir yazara ihtiyaç var. Beşinci soru: Bütün bu soru parçaları, esas soruya hizmet ediyor mu? Bu soru, konudan uzaklaşmamıza neden olabilecek, spekülatif bir soru. Lütfen konuya dönebilir miyiz?

6. Yer yer uçarı, kimi zaman tahmin edilemez, kimi zaman da merak uyandırıcı olmak iyidir. Hepsinin tek bir kitapta yer alması, üstelik bunun anlatımın olanaklarının zorlanmasıyla yeni ve keyifli bir anlatımın bulunmasıyla gerçekleşmesi okur için çok daha iyidir. Edebiyat da insanın anlatma sevdasındaki duraklardan biri iken durağı güzelleştirmek için uğraşan bir yazar, okur için büyük bir nimettir. Bunun için Cem Akaş'a saygı duymak gerekiyor. Olabilecek en kısa şekilde yazılmış bölümlerle merakı üst düzeyde tutan, yepyeni bir şey okuyor olmanın getirdiği heyecanı kitabın sonuna kadar taşıyan bir eser meydana getirmek büyük marifet. Bu da yetmezmiş gibi hikayedeki OuLiPo'cu dokunuşlar, okuma zevkini biraz daha artırıyor. Okur, yazar, kurgu arasındaki karanlık biraz olsun aydınlanıyor.

7. Tuhaf bir rakam. Nedense her inceleme sonunda yaptığımız puanlamayı, şimdi daha da tuhaf hale getirecek.

Teselli Puanı: 7/5


11 Mart 2019 Pazartesi

Kontrol Kalemi III: Tarihi Kırıntılar - Barış Bıçakçı


Tarihi Kırıntılar - Barış Bıçakçı

Editör: Tanıl Bora
Kapak Tasarımı: Ali Osman Coşkun
Kapak: Suat Aysu
Kapaktaki Seramik Pano: Münevver Bıçakçı
Sayfa Sayısı: 194

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Tarihi Kırıntılar adlı romanda arıyoruz. 


Hayatın henüz başında kırılırsak, kırıldığımız yerden hayata nasıl devam edebiliriz? Çetin bir kış günü sevdiğimiz birinin zamansız ve nedensiz kaybı karşısında, soruyu değiştirmek gerekebilir. Hayatın henüz başında kırılırsak, hayata nereden devam edebiliriz? Kaldığımız yerden devam edemeyeceğimiz açık. Yeni bir başlangıç noktasına ihtiyaç duyacağımız, bunun için etrafımıza bakınacağımız ve bu arayışımızda kırıldığımız yeri tekrar tekrar göreceğimiz açık. Kırılmış bir kulbu yerine oturtmaya çalışır gibi kırıldığımız yeri, başlangıç noktamız yapmaya çalışacağımız açık. Kırgınlığın peşinde koşacağımız açık. Tıpkı Can gibi.

Ablası Meral'in bir gün aniden ortadan kaybolması üzerine kırılıyor Can. Onunla beraber bütün aile de tuzla buz oluyor. Bu tuhaf kaybın ardından aile, hem Meral'i, hem de yeni başlangıç noktasını bulabilmek için şiire sarılıyor. Esas karakterimiz Can da şiir ve şairlerle kurduğu karmaşık ilişkiyle karşımıza çıkıyor. Bir gazetenin kültür sanat editörlüğü yürütürken şairlerle söyleşi yapıp bu söyleşileri hikayeleştirmeyi ve şairlerin isimlerini gizlediği bir kitap çıkarmak istiyor. Biz de kitap boyunca bir yandan bu izleği takip ederken bir yandan da Can'ın ve ailesinin, Meral'in kayboluşunun ardından yaşadıklarını kesitler halinde okuyoruz. 

Yazardan alıntı yaparak kitabın, ''tutarlı reddediş''in kitabı olduğunu söyleyebiliriz. Aile, kızlarının yokluğuna alışmayı reddedip hayatlarını bu kayıpla yaşamayı tercih ederken yazar da Meral'in kayboluşundaki sis perdesini hiçbir şekilde aralamayarak açıklama yapmayı reddediyor. İşin ilginç tarafı, kitabın yapı olarak tekrar eden bölümleri arasındaki yolculuğumuzun ilk adımında, yazarın kayboluşu o sis perdesinin arkasında bırakacağını biliyoruz, hissediyoruz. Ancak yine de okur olmanın yarattığı o saf beklenti ile ilerleyen sayfalarda Meral ile karşılaşacağımızı, karşılaşmasak dahi onun kayboluşu hakkında bilgilendirileceğimize inanıyoruz. Can'ın ve ailesinin bütün o arayışları boyunca onlarla soluklanıyor, onların bakmadığı köşelere, roman karakterleri oldukları için zaten bakamayacakları satır aralarına onlar için bakıyoruz. Ancak, tutarlı reddediş inatçı davranıyor. Meral'in kayboluşu somut bir varlık kazanıyor, ağırlığı ile hem kitabın hem de okurun göğsüne oturuyor. Yazarın ilk sayfadan son sayfaya kadar ısrarla sürdürdüğü bu tutarlılık, duygu yoğunluğunu başat öğe olarak öne çıkarıyor. Sayfalardan süzülen o yoğunluk, kesinlikle içi boş veya şimdinin vıcık vıcık duygularından değil. İşini bilen bir yazarın ustaca seçimlerinden ve maharetli işçiliğinden kaynaklanıyor.

Bu noktada bir itirafta bulunmalıyım. Kitabın 8 Mart'ta kitapçılarda olacağını öğrenip İletişim Yayınları'nın internet sitesinden tadımlık bir bölüm okuduğumda biraz tedirgin olmuştum. Bunun sebebi, kitabın masalsı başlangıcı ve yazarın kelime tercihlerinin bir an için bana pek samimi gelmemesiydi. Bunun üzerine bir de üç sene önce çıkan ''Seyrek Yağmur'' kitabından beklediğimi alamamam eklenince kitaba mesafeli davranmaya ve çıktığı gibi okumamaya karar verdim. Ancak huzursuz geçirdiğim bir gecenin sabahında, Barış Bıçakçı okurlarının çok iyi bildiği, ''Bizim Büyük Barış Bıçakçı Sevdamız'' ağır bastı ve kitaba başladım. Çok geçmeden de haksız çıkmanın lezzetini tattım. Eskisi gibi ama bu sefer daha da farklı bir kitapla karşı karşıya olduğumu görmek huzursuz gecenin bütün izlerini sildi. Kendimi Can'ın ve şairlerin masasında buldum.

Peki, bu kitabı farklı kılan ne? Yine yazarın alıştığımız kendine has üslubuyla karşılaşıyoruz. Ancak bu sefer belki de ilk defa bu kadar açık açık şiir hakkında yazan yazar, her bir kelimeyi bir şair hassasiyeti ve özeniyle bulundukları yerden getirip sayfaya konduruyor. Karşımızda şiire tutkun bir yazarın, tutkuyla yazmış olduğu bir roman var. Karşımızda bir romancının şiiri, aynı zamanda bir şairin romanı var. Yazar, romanın sınırlarıyla şiirin sınırsızlığını birleştiriyor ve şair gözlüğünü hiç çıkarmadan hikayesini anlatıyor. Alttaki alıntının başka bir izahı olabileceğine pek inanamıyorum:

''2014 yılının Ekim ayındayız. Can, Altınoluk minibüsünün kalkmasını beklerken bir plak gibi dönüyor gökte mavilik. Edip Cansever'in plağı bu. Öyleyse sonu gelmez bir sıkıntı ve boşluk duygusu da olmalı buralarda bir yerde, şimdi tam Can'ın göğsünde.''

Teselli Puanı: 5/5

9 Mart 2019 Cumartesi

Kontrol Kalemi II: Ragtime - E. L. Doctorow





Ragtime - E. L. Doctorow

Çeviren: Tomris Uyar
Editör: Darmin Hadzibegovic
Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Sayfa Sayısı: 272

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Ragtime adlı romanda arıyoruz. 



Kimilerince caz müziğinin atası olarak görülen ragtime, çoğunlukla Amerika'da, Afro-Amerikanlar tarafından çalınmış. Üstteki bağlantıdan da dinleyebileceğiniz üzere, tempolu, kendi içerisinde tekrarlayan ezgilere sahip, canlı bir müzik türü. Tıpkı Doctorow'un romanı gibi.

Roman, yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki Amerika'nın sosyal hayatını farklı karakterler aracılığıyla anlatıyor. Dönemin ünlü simalarını roman karakteri olarak kullanan Doctorow, sihirbaz Harry Houdini'den anarşist Emma Goldman'a, psikanalizin babası Sigmund Freud'tan dönemin ünlü sanayicileri Henry Ford ve J. P. Morgan ile dönemin güzellik figürü Evelyn Nesbit'e kadar geniş bir gerçek isimler katalogundan faydalanarak kurgusunu oluşturuyor. Tarihten alınan gerçek olaylar ile tarihi kişiliklerin aralarında geçen konuşmaların, ayrı bir izlek olarak ana kurgunun yanında devam ediyor olması hoş bir detay. Karakterlerin fazlalığı, izleklerin de fazlalığı anlamına geliyor ve kimi zaman gerçeğin nerede bitip kurgunun nerede başladığını kestirmek güç oluyor. Bu, okurun her zaman tetikte beklemesini sağlıyor, belli ki yazarın istediği de bu. Çünkü hızlı temposu ve sürekli değişen karakterleri ile kitap ilk sayfalarından itibaren, adına uygun bir şekilde, bir ragtime parçası temposuyla ilerliyor. Bu, benim alışık olmadığım bir tempo olduğu için ilk başlarda tempoyu yakalamakta zorlandım. Özellikle gerçek kişilerin sadece sahneye çıkıp kendilerini göstererek ağzıma bir parmak bal çalmasından korktum. Ancak bölümlerin hızı, ayarında tutulmuş uzunluğu ve yoğunluğu ile yazarın kısa, akıcı cümleleri birleşince kapılıp gittim. 

Kitabın bir eksisi burada: Ritme kapılıp okura farklı hikaye temelleri vermesi, sonrasında ise yönünü bir anda asıl hikayesine çevirmesi. Gerçekten, esas karakterimizle kitabın ortasında ancak tanışıyoruz: Coalhouse Walker Jr. isimli Afro-Amerikan ragtime sanatçısı, kendine has tavırları ve beyefendiliği ile romandaki karakterleri olduğu kadar okuru da etkiliyor. Karşımıza gizemli bir şekilde çıkışı, duruşu, roman boyunca kat ettiği yol ile okunduktan sonra da hatırlanacak bir karakter. Doctorow'un gerçek karakterleri kullanmasının yanında kendi kurgu karakterlerini de onların yanına yerleştirebilmesi büyük bir başarı. Zaten okuru bir noktada, hikayenin gerçek olup olmadığı hakkında zorlayan da bu. Üstelik konunun, bir Afro-Amerikan bireyin, sadece ten renginden dolayı maruz kaldığı ayrımcılığa karşı mücadelesi olması da okurun işini kolaylaştırmıyor. Gerçi Coalhouse Walker Jr.'ın maruz kaldığı ayrımcılık, diğer Afro-Amerikan bireylerin yaşadığı ayrımcılıktan farklı. Keza, Coalhouse'un mücadele için seçtiği yöntem de çok farklı. Ancak yine de hikayeye yazar tarafından yapılan birkaç dokunuş ile tuhaf olaylara karşı gardınızı indiremiyorsunuz. Houdini gibi olmanız, yazarın kurgu ile gerçeklik arasında oynadığı oyunu çözmeye çalışmanız gerekir. İşiniz zor, çünkü gerek tempoyu, gerek karakterleri, gerek de hikayenin izlediği ilginç yolu düşününce kitaba kapılıp gitmemek elde değil. 


Sonuçta nereye varıyoruz? Doctorow'un Ragtime romanı, adına uygun şekilde oldukça tempolu. Yalnız bu tempo, iki ucu da keskin bir bıçak gibi. Artısı da eksisi de burada. Okurun tempoya alışması amacıyla giriş bölümünün uzun tutulması, kimi karakterlerin kendi izleklerinin ana hikaye uğruna geride bırakılması ve kitapta her şeyin bir anda sonuca varması, aklıma gelen olumsuzluklardan. Bunların dışında, gerçek karakterlerin kurguya katkıları, kurgu karakterlerin ise gerçekten nefes aldıklarını okura hissettirmeleri, pek çok ilgi çekici yan hikayeye sahip olması ve bunları akıcı bir dille anlatması noktalarında romanın teselli sağlama arayışımızda iyi bir durak olacağını düşünüyorum.

Teselli Puanı: 4.5/5

7 Mart 2019 Perşembe

Sakıncalı Maarif Takvimi - Giriş



Saatli maarif takvimlerini bilirsiniz.

Ülkemizde bir zamanlar, gerek ön sayfada verdiği mühim bilgiler, gerek de arka sayfasında yer alan çeşitli konularda ufuk açıcı yazılarla evlerin baş köşelerinde yer almıştır. Kimi aileler, saatli maarif takvimlerini adeta bir aile ferdi olarak görmüş; takvime, bu ilgiye uygun olarak davranmış ve yapraklarını özel bir ihtimam ile koparmıştır.

Bugünlerde eski öneminden uzak kalmış olsa da Anadolu'nun pek çok yerinde hala, bu takvimlere rastlayabilirsiniz. O gün tarihte neler yaşandığını, günün yemeklerini, günün kız ve erkek çocuk isimlerini hala öğrenebilirsiniz. Arka tarafını çevirdiğinizde de ufuk açıcı bilgiler ile keyifli dakikalar geçirebilirsiniz. Korkmanızı gerektirecek hiçbir şey yoktur.

Tabii, evinizdeki takvim, toplumumuzun yıkılması için yıllar önce gizlice basılmış olanlardan değilse. Gazetemiz, çok tehlikeli araştırmalarının ardından, yıllar önce basılmış olan bu örneklere erişti. Yalnızca siz değerli okuyucularımızı bilinçlendirmek için göze aldığımız riskleri bir tarafa bırakıp sizlerle bu, çok önemli araştırmamızın sonuçlarını paylaşacağız. Siz değerli okuyucularımızdan tek isteğimiz, lütfen ama lütfen bu sayfaları, çocuklarınızın erişemeyeceği yerlerde okuyunuz ve saklayınız. Uzmanlar, takvimin artık toplum için yıkıcı olamayacağını beyan etseler de gazetecilik etiği gereği, uyarımızı yapıyoruz.

Peki her şey nasıl başladı? Ülkemizin çalkantılı bir süreçten geçtiği 70'li yıllarda, ismini vermekten imtina ettiğimiz bir yasadışı bir örgüt, neredeyse her evde bulunan takvimi kullanarak çalkantılı süreci daha da karıştırmak için harekete geçti ve birkaç yıl boyunca süren eylemleri ile saatli maarif takvimlerimizi ufak ufak sabote ettiler. Eylemlerini büyük bir gizlilikle gerçekleştiren örgüt, ilk başlarda, gözlerden kaçmaya müsait değişiklikler yapmış; birkaç dikkatli okur dışında pek kimsenin dikkatini çekemeyince daha ''radikal'' eylemler yapmaya karar vermiştir. Bugün, ismini vermekten imtina ettiğimiz örgütün tam olarak bir takvim yılını dolduracak kadar dezenformasyonda bulunduğunu kesin olarak biliyoruz. İsmini vermekten imtina ettiğimiz örgüt, tarihte yaşanmamış olayları yaşanmış gibi göstermiş; şanlı tarihimizle dalga geçmiş, pek çok ünlü tarihi şahsiyeti alaya almıştır. Takvim yaprağının, faydalı bilgiler vermek için kullanılan arka sayfasını da kendi hain emellerine alet etmiş ve özel bir amaçla hazırlandıkları her hallerinden belli olan yazılar ile halkımızın aklının karışmasına neden olmuştur. Bir sonraki yazımızda, bu serimizin ilk, ''Sakıncalı Maarif Takvimi'' nin ise pek çok sakıncalı sayfasından herhangi birini okuyor olacaksınız.

Ancak, tekrar ve tekrar uyarmamız gerekiyor. Her ne kadar ismini vermek istemediğimiz örgüt emellerine ulaşamamış olsa da tamamen kötücül ve yıkıcı olan yazılara karşı her zaman dikkatli olmakta fayda vardır. Genç zihinlerin bu deli saçması metinlerle karşılaşmamaları, onların gelişimi için en iyisidir. Bu yüzden, gereken tedbirleri almadan ve yalnız olduğunuzdan iyice emin olmadan sayfayı çevirmeyiniz.

6 Mart 2019 Çarşamba

Kontrol Kalemi I: Konteyner Zaafı - İsahag Uygar Eskiciyan




Konteyner Zaafı - İsahag Uygar Eskiciyan

Editör: Bilge Sancı
Kapak Tasarımı: Gülay Tunç
Sayfa Sayısı: 77


Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalmaya devam ederken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için de kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek için elimden geldiğince iyi eserler hakkında konuşacağız. Bugün teselliyi, Konteyner Zaafı adlı öykü kitabında arayacağız.




Sarının sıcak tonu, hoş bir kaktüs çizimi ve elbette ilginç ismiyle insanı cezbeden kitabı, kitabevinin rafında ilk kez görür görmez almaya karar verdim. Bizimkisi ilk görüşte aşktı. Kendi adıma bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Arka kapaktaki tanıtım metninde''kara mizah'' ifadesini gördükten sonra da iyice rahatladım ve kitabı elimden bırakmadım. Birkaç gün sonra gerçekleştireceğim uzun otobüs yolculuğu için aradığım yoldaşı bulduğuma inandım.

Elbette bir kitaba, özellikle de ismini ilk kez duyduğunuz bir kitaba böylesine pozitif bir ön yargı ile yaklaşmak tehlikelidir. Beklentiyi artırmak, kitabın gerçek değerinin erozyona uğramasına neden olur. Onun için ''zor okur''u, gizlendiği yerden çıkarmak ve elimizdeki kitaba eleştirel bir gözle bakması için onu dürtmek elzemdir. Böylece, teselli arayışımızda sığındığımız kitabın bize yeni üzüntüler yaşatmasını bir nebze olsun engelleyebiliriz.

Ben de öyle yaptım. Otobüs, bulunduğum ilin sınırlarından çıktıktan sonra zor okuru da çağırarak Konteyner Zaafı'na başladım. En sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Teselliyi, bu kitapta buldum.

İsahag Uygar Eskiciyan'ın dili, çok canlı ve değişken bir dil. Kitapta yer alan öyküler, mizah ile tedirgin edicilik arasında gidip gelirken bu yolculuğu dil ile gerçekleştiriyor. Bu iki zıt (?) uç arasın gezinen öyküler, dilin açık uçluluğundan faydalanıyor ve anlatılana yeni bir katman daha ekliyor. Öykülerden hemen önce yer alan ''Kelimeler insanın düşündüğü şeyi mahvediyor, kağıt insanın düşündüğü şeyi gülünç hale getiriyor.'' alıntısı, belki de buna işaret ediyor. Çünkü henüz ilk öykü olan ''Beni Afiyetle Yemelerine'' isimli öyküyü gerek bu alıntı gerek de dilin değişkenliği düşüncemiz üzerinden okuduğumuzda aslında karşımızda aynı hikaye içerisinde yer alan iki farklı hikaye olduğunu görüyoruz. Bu hikayelerden biri tuhaf iken diğeri çok korkunç bir ihtimale işaret ediyor. Kitap boyunca da bu iki uç arasında gidip geliyoruz. Yazar, bizi salıncağa oturtmuş da hızlıca sallıyor gibi hızla sallanan salıncakta gidip geldiğimiz istikamette midemizde tuhaf bir duyguyla kalıyoruz. Uzun zamandır böyle bir kitap okumamıştım. Uzun zamandır hiçbir yazar, benimle böyle oynamamıştı.

Öyküleri okurken dahil olduğumuz oyun, yazarın da oynamaktan keyif aldığı ve keyif aldığını da bize gösterdiği bir oyun. Bunu, kimi zaman öyküyü keserek aslında bunu anlatmayabileceğini, sadece anlatmak istediği için anlattığını söylemesinde; kimi zaman da öykünün sonunu bir anda ve bu tercihini bize açıkça belli ederek getirmesinde görüyoruz. Bununla da kalmayan yazar, ''Pinti Yazarın Kahramanı'' isimli öyküde, okur ile yazar arasındaki farklılığı kırarak, oyunu farklı bir noktaya getiriyor. Kendisine okuması için bir romanını gönderen arkadaşının metnine yardımcı olmaya karar vermesini anlattığı bu öyküde, okura göz kırparak işin mutfağını görme heyecanını okura zerk ediyor. Devamında ne oluyor? Üzgünüm, yazarla yaptığımız gizlilik anlaşmasından dolayı bunu size söyleyemem. 

Özetle, İsahag Uygar Eskiciyan'ın öyküleri, anlattıkları ve bunu anlatma biçimiyle kendine ayrı bir noktada duruyor. Canlı ve güncel dili, öykü kurmadaki becerisi, hepsinden de öte öykü bitirme ve aslında bütün okuduklarının bir kurmaca olduğunu okura hatırlatmadaki yeteneğiyle önemli bir iş başarıyor. Bizim özelimizde, teselli arayışımızda, uğramaktan çekinmeyeceğimiz bir durak olmayı başarıyor.

Teselli Puanı: 5/5

4 Mart 2019 Pazartesi

Takdim




Merhaba,

Yakıcı bir depresyondan muzdarip Pessoa, acısını paylaştığı satırını bağlamından farklı kullandığımı görse ne hissederdi, inanın bilmiyorum. Ancak beni affedeceğine inanmak istiyorum. Zaten esas nokta da bu değil.


Okunacak ne kadar çok kitap, ancak bir o kadar da az zamanımızın olduğu gerçeği; işte esas nokta bu. 


Bu gerçeğin, bir okurun tadını kaçırmaması için makul bir sebep göremiyorum. Sahaflara, zincir kitabevlerine gidip, kitap satış sitelerini gezip de bu gerçekle yüzleşmek, ardından aynı istek ve keyifle kitap seçmeye devam etmek, zor bir iş. Zamanın akıp gitmesi, buna karşılık okumak istediğimiz kitapların sayfaları hiç açılmadan beklemesinin yaşattığı huzursuzluk, her gün sosyal medyada denk geldiğiniz birbirinden zengin kütüphane fotoğraflarıyla birleştiğinde aklıma yalnızca Pessoa'nın yukarıdaki sözü geliyor: ''Her şey başkalarına ait, onlara sahip olmamanın hüznü hariç.''

Zamanımız az, okunacak kitaplar ise fazla. Üstelik her geçen gün daha da fazla sayıda kitap raflarda yerini alıyor. Klasikler, sevdiğimiz yazarların yeni kitapları, okuma listelerimizde her zaman yer alan ancak hala şans veremediğimiz isimler, yeni keşfedilecek yazarlar, sürprizler, hayal kırıklıkları, dergiler, kurgu dışı eserler arasında bir okur, hepsini okuyamayacak olmanın tesellisini nasıl bulabilir?

Teselli arayışına hoşgeldin, sevgili okur.

Bir Ceket Vakası

Merhaba.  Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergil...

Etiketler