20 Şubat 2024 Salı

Kontrol Kalemi: Sezen Ünlüönen - Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi

 

Yayıncı: İletişim Yayınevi

Editör: Duygu Çayırcıoğlu
Kapak: Seda Mit
Baskı Yeri/Tarihi: İstanbul/2024
Sayfa Sayısı: 88

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, "Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi" isimli romanda arıyoruz.

"En Sevdiğim Kitap İsimleri" listesi yapsam, ilk romanı "Kıymetli Şeylerin Tanzimi" ile bu listede üst sıraları zorlayacak Sezen Ünlüönen'in son romanı, günlük hayatta sıkça duyduğum, zaman zaman kullandığım bir kalıbı taşıdığı kapağıyla bizi karşılıyor. Kitabın alametifarikalarından biri de bu; gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız kalıpları (cümleler, kişiler, durumlar vs.) çoğunlukla eleştirel bir şekilde karşımıza sunuyor. Modern hayatta -belli ki yazarın da canını sıkan- can sıkıcı ne varsa, romanın attığı taşlardan nasibini alıyor. Baş karakterimiz dahi, tanısak pek sevemeyeceğimiz bir tip, atılan taşlardan nasibini alıyor. Üstelik bütün bu taşlar cennette (bunu birazdan konuşacağız) cenneti de hedef alarak atılıyor, hem de ince bir mizahla. Mizah, Sezen Ünlüönen'in kitaplarından aldığınız tadı artıran hoş bir detayken bu kitapta daha da öne çıkıyor. Kitabın bir taşlama olarak başarısı da bu mizahı, okuru sıkmadan, aşırıya kaçmadan kullanabiliyor olmasında.

Peki, olayımız ne? Kıyametin ardından cennete girmeye hak kazanan baş karakterimizin cennetteki ilk günlerini okuyoruz. Cennetin işleyişini (aslında işlemeyişini), günümüz insanının cennette bile dünyadaki düzeni kurmaya çalışmasını görüyoruz. Baş karakterimiz ve komşusu Ada, içine girdikleri sistemden yararlanırken bir yandan bu sistemin aksayan yanlarını görüyor ve bunun nedenlerini -baş karakterimiz başta pek istekli olmasa da- araştırmaya koyuluyor. Anlıyoruz ki bürokrasinin demir kafesi, sadece dünyayı ele geçirmekle doymamış; Weber'in ruhu şad olsun, cenneti de gözüne kestirmiş. Görevliler, bürolar, evraklar, başvurular ve bekleyiş; cennette olmasını beklemediğiniz pek çok şey karşımıza çıkıyor.

Bu da bizi önemli bir soruya getiriyor; yahu bu nasıl cennet? (BİR SONRAKİ CÜMLEYE KİTABI BİTİRDİKTEN SONRA DEVAM ETMENİZ ŞİDDETLE TAVSİYE EDİLİR. LÜTFEN BİR SONRAKİ UYARIYA GİDİNİZ.) Bu konuda birbiriyle yarışan iki "teori"mden bahsedeceğim. Mahşer yerinin tasvir edildiği ilk sayfalarda, listelerde ismi okunan kişilere "kırmızı" tişörtlü kişilerin eşlik ettiği ve onları cennete götürdüğü yazılıyor. Kırmızıyı okuyunca insan işkilleniyor -öhöm, alevler, cehennem, öhöm- ama "bu da Allah'ın bir rengi değil mi canım? Hem bu kadar açık bir ipucu verilmez herhalde" diye okumaya devam ediyorsunuz. Cennette gerçekten karakterlerimizin çoğu isteği yerine getiriliyor. Ancak hem işleyiş hem de yavaşlık, ister istemez sizin de canınızı sıkıyor. Üstelik hikayeyi günlüğünden okuduğumuz baş karakterimizin -elbette bize düşmez ama- cennete girmeyi nasıl hak ettiğine de anlam veremiyorsunuz. Üstelik yaşananlar da size cennetin bize bugüne kadar tasvir edilen modelini sorgulatıyor. Bu nedenle insanın aklına ister istemez, zekice planlanmış bir cehennem azabı okuyup okumadığımız takılıyor. En azından, kitabın son sayfalarına kadar bir zebaniyle karşılaşıp gerçeklerin ortaya çıkacağını bekledim. 

Ancak işler böyle ilerlemiyor; karakterlerimiz, "yedinci kat gökte, Arşın altındaki" İlliyyun'a gidiyor. Başbaşkan ile görüşüp sıkıntılarını bizzat ona anlatmak istiyorlar, ancak kitabın o şaşırtan finali gerçekleşiyor. Okurun zihni çalışıyor, ne olduğunu, karakterlere neler olacağını anlamak istiyor. "Burası cehennem miydi? Yoksa bu sıkışmışlık arafa mı işaret ediyordu?" Belki hepsi, cennetin de insanlar tarafından bozulabileceği fikrinden kaçmak içindi ama olsun. Bu -aslında kısa- kitapta, okuru bir hikayenin içine alıp ters köşeye yatırmak, kucağında sorularla uğurlamak başarıdır. (Ya da ben hiçbir şey anlamamışım ve kitabı tekrar okuma fikrini ivedilikle gündeme almalıyım)

(KİTABI OKUMASANIZ DA BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ) 

Romanın kısa olduğunu söyledim. Hikaye, kısa olmasından da güç aldığı için bu durum, çok da canımı sıkmadı. Ancak en büyük günahlardan biri oburluk ve insan, obur bir canlı. Daha fazla sayfa olmasını, aksayan bütün yanlarına rağmen -belki de bu aksaklıktan keyif aldığı için- bu cenneti biraz daha okumak istiyor. İleride, olur da cennete gidersek, gerekli yerlere başvurup bu romanın genişletilmiş bir versiyonunu okuyabiliriz; biraz bekleriz, bürokratik ıvır zıvırlarla uğraşırız. Ama olsun.


Ahiret Puanı: 5/5

18 Şubat 2024 Pazar

Haftalık Rapor 7

Merhaba.

Ekran verilerine ulaşıp ulaşmamanın iyice bahane olarak kaldığı bir haftayı geride bıraktık. Geçen hafta, yeni eserlerle tanışma açısından güzel, çalışma açısından verimli bir haftaydı. Şikayetçi olabileceğim pek bir şey yok. Elbette, istesem şikayetçi olabileceğim pek çok bulabilirim. Etrafınıza bir bakın, siz de şikayetçi olacağınız şeyler bulmakta zorlanmayacaksın. Zorlanmıyoruz da. Haklı veya haksız -çoğunlukla haklı- olarak şikayet ediyoruz. Bizim için bu milli bir spor gibi. Ancak bugün bir değişiklik yaparak bu haftanın raporunda hiçbir şeyden şikayet etmeyeceğim.

Neyse efendim, haftanın raporuna geçeceğiz. Ancak öncesinde gelecek haftanın raporunun gecikebileceğini, belki gelemeyeceğini söylemeliyim. Hafta sonu canım eşimle bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuğun hazırlıkları ve yolculuğun kendisi oldukça eğlenceli, bir o kadar da yoğun olacak. Bu nedenle gelecek hafta için izin istiyorum. Dönünce bu keyifli yolculuğu da konuşuruz.

Neyse efendim, geçen haftanın raporu şu şekilde.

Ne Okudun?

Bu hafta, Birgün Hocanın geçen hafta başladığım kitabı "Devlet Bilimi" kitabını bitirdim. Metodolojiye ilişkin bölüm ile "göçebe devlet" kavramını tartışmaya açtığı bölümü tekrar okumak üzere kaydettim. Özellikle yeni kaynaklara işaret eden zengin kaynakçasından da faydalandım. Nitekim haftanın ikinci okuması Henri J. M. Claessen ve Peter Skalnik'in "Erken Devlet" kitabı da Birgün hocanın kaynakçasından aldığım bir kitap. Şeflik ile modern devlet arasındaki boşluğu dolduran kurumun, erken devlet olarak adlandırılabileceği hipotezini işleyen kitap esasında eksik bir çeviri. Kitabın çevirmeni Alaeddin Şenel hoca, bu durumun nedenini önsözde açıklamış (biraz da şikayet ederek). Örnek olay incelemeleri, özellikle devlet teorisi alanında kulağa ilginç geliyor; bu yüzden kitabı orijinal dilinden de okuyacağım.

Kurgu alanında geçen haftaya kararsız başlamıştım. Haftanın sonuna doğru ne okuyacağım belli olduğu için, haftanın başında okuduğum kitabı seçmekte biraz zorlandım. Ancak sonuçta Saul Bellow'un "Boşlukta Salınan Adam" kitabını okudum. İkinci Dünya Savaşı esnasında ABD'de askere çağırılmayı bekleyen, çağırılacağı için işinden ayrılıp günlerini günlük yazarak geçiren Joseph'in bu günlüğünü okuduğumuz kitap savaşın arka planda kaldığı bir savaş romanı. Tatar Çölü'yle benzer şekilde bekleyerek geçen bir zaman ve bu beklemenin insana etkilerini okuyoruz. Joseph, entelektüel bir çevrenin simalarından biri iken savaşa gidecek olması, yavaş yavaş ilkel içgüdülerini ortaya çıkarıyor. Sinirleri bozuluyor, herkesten uzaklaşıyor ve tepkileri doğallaşıyor. Kitabın sonunda, savaşa gitmeye tamamen hazır bir hale geliyor. İnsanın psikolojisi ve -çok az da- devletle ilişkisine yönelik iyi bir kitaptı.

Haftanın, önceden okunmak üzere hazırlanmış kitabı Sezen Ünlüönen'in "Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi" isimli romanıydı. Bu güzel isimli roman, Sezen hanımın üçüncü romanı. İnce gözlemleriyle ilk iki romanını büyük bir keyifle okuduğum yazar, bu kitabında da bu ince gözlemlerine, hoş mizahını da eklemiş. Hakkında bir Kontrol Kalemi bölümü kesinlikle gelecek, bu yüzden konuşma hakkımı oraya bırakıyorum. Burada sadece kitabı önermekle yetineceğim.

Ne İzledin?

Hafta başında, geçen senenin övülen işlerinden Netflix'in son animelerinden "Pluto"ya başladık. Müthiş. Haftanın devamını diğer bölümlerini izleyeceğim zamanı bekleyerek geçirdim desem abartmış olmam. Ancak canım eşimle bir türlü aynı anda müsait olamadığımız için devam edemedik. Artık çaktırmadan izlemenin zamanı gelmiş olabilir. Aramızda kalsın.

Ne Dinledin?

Bir önceki hafta Oasis'i dinleyince, geçen haftaya kaldığım yerden devam ederek başladım. Ardından Noel Gallagher'ın son albümüne geçtim. "Noel Gallagher's High Flying Birds" albümü harika bir kesmekeş. Hangi şarkıdan nasıl bir şey çıkacağını bilemediğiniz, sürprizlerle dolu bir albüm. Hafta sonuna kadar bu lezzetli albümü dinledim.

Haftayı bitirirken önerilen listelere göz attım ve The Cardigans'ın "My Favorite Game" şarkısıyla tanıştım. Dilime takıldı ve bu yazıyı yazarken zihnimin arka planında çalmaya devam ediyor.

Rapor bu şekildeydi. İki hafta sonra görüşmek üzere.

15 Şubat 2024 Perşembe

Arada Sırada Aklıma Geliyor: Bir Oyun, İki Seçim

(bu ekran görüntüsünü ben çekmedim, internetten buldum)

Lord of the Rings Online isimli bir oyun var. Bir seneden uzunca bir süre bu oyunu, yanlışlıkla girdiğim Amerika sunucusunda oynadım. Telaffuzu hoşuma gittiği için seçtiğim bu sunucuda çoğunluğu 50 yaş üzeri olan bir ekiple inanılmaz maceralara daldım. Ancak bu (belki) başka bir maceranın konusu. Bugün anlatmak istediğim, bu oldukça eski görünen oyundan arada sırada aklıma gelen iki sahne, iki seçim. Bu sahnelere geleceğiz ancak öncesinde sizi biraz bilgilendirmem gerekiyor.

Lord of the Rings Online, adından da anlayacağınız üzere çok oyunculu bir oyun. Devasa haritasında (gerçekten devasa, internet üzerinden haritasının büyüklüğünü araştırabilirsiniz) sizi Orta Dünya atmosferine sokan özel müzikleriyle isterseniz hikayenin, Yüzük Kardeşliği'nin ayak izlerini izleyebilir; isterseniz tütün tüttürüp enstrüman çalabilir, isterseniz Sıçrayan Midilli'de takılabilir veya birkaç zanaat seçeneğinden birini seçip üretim işlerine girişebilirsiniz. Sadece Orta Dünya'da dolaşıp manzaranın keyfini çıkarmak da seçeneklerden bir tanesi.
(Axloin isimli cücenin Bree diyarlarına gelişi)

Macera seçeneğini düşünenler için oyun çok hoş bir sistem kurmuş. Siz, doğal olarak kardeşliğin bir parçası değilsiniz. Onların geçtiği yerlerden geçiyor, onların hikayelerini duyuyorsunuz, hatta yeri geliyor onlara yardım ediyor veya onlardan görev de alıyorsunuz. Ancak siz, Orta Dünya'nın farklı bölgesinden gelen, farklı geçmişi olan bir karaktersiniz ve gittiğiniz her yerde o bölgenin yabancısısınız. O yüzden başta size yabancı davranıyorlar, "bir tehlike yaklaşıyor" dediğinizde size inanmıyorlar, yardımcı olmak istemiyorlar. Benim başlangıçta bahsettiğim iki hikaye de aslında bununla ilgili.

Orta Dünya'nın iyiliğini düşünen cüce karakterimle yoldaşlığın peşinden giderken geniş çayırlarıyla Rohan diyarına geliyorum. Rohan beyinin yanına girmeme müsaade edilmiyor, beyin karanlık bir güçten etkilendiği dedikoduları şehirde dolaşıyor. Birtakım olaylardan sonra ben de sürgüne gönderiliyorum, Eomer'le beraber. Eomer, kralın yardıma ihtiyacı olacağını, bu yüzden Rohan'ın diğer beylerini yardıma ikna etmemiz gerektiğini söylüyor. Ayrılıyoruz.
Beyler beni iyi karşılamıyor. Ork, Uruk-Hai ve diğer tehlikelerin gezdiği topraklarına gelmiş bir başka tehlikeli yabancı olarak görüyorlar beni. Hepsinin güvenini kazanmam gerekiyor. Yavaş yavaş, her türlü işlerine koşarak onları Theoden'in yardımına gelmeye ikna ediyorum.
Yolculuklarımın bir tanesinde, yine bir beyin müstahkeminde sağa sola koştururken yaşlıca bir köylü bana sesleniyor. Kızının kaybolduğunu, muhtemelen şu kötü Uruklar tarafından kaçırıldığını söylüyor. Bakıp bakamayacağımı soruyor. Civardaki birkaç dedektiflik faaliyetinin ardından izler beni, çayırların orada bir kulübeye götürüyor. Kulübenin etrafında Uruklarla mücadele ettikten sonra içeriden bir genç bir adam çıkıyor. Kızın ismini söyleyerek onu alamayacağımı, buna izin vermeyeceğini ilan ediyor. Ancak silahşörlük yeteneği kısıtlı, baltam (bir cüce asla kılıç kullanmaz!) karşısında pek şansı olmuyor. Tam onu yenmişken kulübenin içinden genç kız çıkıyor. İki genç, birbirlerini sevdiklerini, ancak ailelerinin bu evliliğe karşı olduğunu söylüyor. Bana kanlı bir gömlek vererek bu gömleği babasına vermemi istiyor. Aracı olma taleplerimi kabul etmiyor, ailelerin çok inatçı olduğunu söylüyor. Sadece birbirlerini sevdiklerini, yeni bir hayata başlamak istediklerini söyleyen bu iki genci kulübede bırakıp büyüklerin yanına dönüyorum.
Köyde yaşlı adam, kızını bulup bulamadığımı soruyor. Normalde görevin burada bitmesi lazım, ancak bir diyalog seçeneği var. İlk seçenekte doğruyu söylüyorum; kulübenin yerini söyleyerek kızını, genç adamla beraber orada bulabileceğini, onlara haksızlık etmemesi gerektiğini söylüyorum. Diğer seçenekte ise yalan söylüyorum, kanlı gömleği vererek kızın babasından özür diliyorum. 
(Bu karanlık ekran görüntüsü, elimdeki son görüntülerden. Oyunun son seviyesine ulaşmışım.)

Güzel Rohan çayırlıklarında bir tepeyi kontrol eden başka bir beyi ziyaret etmeye gidiyorum. Tehditkar bakışlarla kötü karşılanmaya, sorgulanmaya, aşağılanmaya hazırlıklıyım. Kasabaya girip giremeyeceğimden bile emin değilim. Ancak bütün bu düşünceler, çok kısa bir süre sonra yerini konukseverliğe bırakıyor. Tepenin beyi, beni sofrasına buyur ediyor. Önce yemek yememizi, sonra önemli konuyu konuşacağımızı söylüyor. Beyin ailesi de çok cana yakın. Kızları, benimle konuşmak istiyor. Belki ilk defa bir cüce gördüğünden, bilemiyorum. 
Yemekler lezzetli, sohbet keyifliyken beyin kızı bir kez daha benimle konuşmak istiyor. Ona doğru dönüp söylediklerini dinliyorum, babasının gözü üzerimizde. Kral Theoden'in oğlu Theodred ile nişanlı olduklarını, Theodred'in kendisine bağlı süvarilerle Uruk-Haileri gözetlemek için Isengard'a doğru yola çıktığını anlatıyor. Kendisinden haberi olup olmadığımı soruyor. O görevde benim de olduğumu, Uruklar tarafından pusuya düşürüldüğümüzü ve Theodred'in geri dönemediğini bilmiyor. Sadece nişanlısını merak ediyor. Cevap veremeden babası, tepenin beyi, beni yanına çağırıp diğer herkesi çıkarıyor. Önemli bir mesele konuşacağımızı söylüyor. Beyin kızıyla göz göze geliyoruz. Cevabımı sonra duyacağını söylüyor.
Bey, huzursuz bir şekilde Theodred'in başına gelenleri bildiğini söylüyor. Ancak kimsenin haberi yokmuş. Kızının narin yapılı olmasından dolayı bu haberi kaldıramayacağını düşünüyor. Bu yüzden ona gerçeği söylemememi rica ediyor. 
Tepeden ayrılana kadar beyin kızını görmüyorum. Yolculuğuma devam etmeden önce, uğurlanmam esnasında karşılaşıyoruz. Normalde görevin burada bitmesi lazım, ancak bir diyalog seçeneği var. İlk seçenekte doğruyu söylüyorum; Theodred'in başına gelenleri anlatıyorum. İkinci seçenekte ise yalan söylüyorum; Prens hakkında iyi şeyler duyduğumu ve birlikte çok mutlu olacaklarına inandıklarımı söylüyorum.
Binmeye yeni yeni alıştığım atıma atlayıp tepeyi ardımda bırakıyorum.

Oyunlarla çok içli dışlı değilim. Yukarıdaki iki diyalog seçiminin oyun tarihini değiştiren seçenekler olmadığının farkındayım. Oyun içinde bile çok az yeri var, bu görevleri yapmak zorunda değilsiniz. Üstelik görevleri tamamlayınca oyunun hikayesinde bir değişiklik de olmuyor. Ama neden bu iki seçenek arada sırada aklıma geliyor, hoş anıları canlandırıyor? Oyunun geliştiricileri, oyunun ortasına, başlangıcından saatler sonrasına neden böyle iki hikaye yazmak istemişler? 
Belli ki bilinçli bir tercih bu. Çünkü biraz düşününce buna benzer, kimisi dokunaklı kimisi eğlenceli ufak yan hikayeler olduğunu görüyorsunuz. Bir yandan oynanışa katkısı oluyor -oyundaki sürenizi artırıyor neticede-, ama bir yandan da başka bir şeye hizmet ediyor. Evet, ortada bütün dünyanın kaderini belirleyecek bir savaş var. Onun için hazırlık yapıyorsunuz. Zırhlar, kılıçlar dövülüyor; surlar güçlendiriliyor, askerler toplanıyor. Ama bir tarafta da insanlar var. Onların kendi dertleri var. Kaybettikleri pipolarını bulmak istiyorlar, her sene kutladıkları festivali bu sene de kutlamak için köydeki hazırlıkların tamamlanmasını istiyorlar, kimisi sadece oyun oynamak istiyor. 
Bu devasa oyun, savaşın yanı sıra gündelik hayatı da anlattığı için arada sırada aklıma geliyor. Belki sadece filmden sahneler oynasam -ki çoğunu oynayabiliyorsunuz- benim için sıradan bir oyun olacaktı. Eski grafikleri, normal oyun mekanikleriyle hoşça vakit geçirip unutacaktım. Ancak bu ufak dokunuşlarla bana kendini hatırlatmayı başardı.

Diyaloglarda hangi seçenekleri tercih ettiğimi sizlere söylemedim. Çok kişisel bir deneyim gibi geldi çünkü. Sadece seçeneklerle karşılaştığım ilk anı, o tedirginliğimi paylaşmak; bir yanda savaş varken hayatın devam ettiğini fark ettiğim o anı anlatmak istedim. Böylesine büyük bir oyunun neden arada sırada, ufacık iki parçasıyla aklıma geldiğinin peşinden gitmeye çalıştım. 
Lord of the Rings Online, şahane bir oyun değil. Ancak kendisini hatırlatan bir oyun. Sadece yukarıda anlattıklarımla değil, başka yönleriyle de kendisini hatırlatıyor. Ancak bu başka bir yazının konusu. 

12 Şubat 2024 Pazartesi

Haftalık Rapor 6

Merhaba.

Ekran saatime ilişkin net bir veri alamadığım bir hafta başlangıcı ancak hislerim, geçen haftanın ekran süresinde kayda değer bir iyileşme olmadığını söylüyor. Yine de çok üzgün değilim. Verimli bir hafta geçirdiğimi düşünüyorum. En azından zihin açan eserler tükettikten sonra gelen o hazla doluyum. Kongrenin ölü zamanını değerlendirebilmeyi başardım. Bu yüzden bu hafta daha az şikayet edip rapor kısmına hızlıca geçmeyi planlıyorum.

Geçen haftaya kötü başlayıp haftayı son derece iyimser, mutlu bitirmiştim. Ülke bir hız treni gibi sürekli farklı duyguların zirveleri ve dipleri arasında dolaştırdığından bu haftaya dair bir öngörüde bulunamıyorum. Üstelik o hız trenlerindeki güvenlik önlemleri gibi, iyice kuşatılıyoruz ki gündeme maruz kalmamayı başaramayalım. 

Neyse efendim, rapor şu şekilde.

Ne Okudun?

Bu hafta, Birgün Ayman Güler'in "Devlet Bilimi" kitabına nihayet başlayabildim. Devleti konu alan disiplinlerdeki ortak paradigmayı eleştiren, göçebe devletler üzerine düşünen ve farklı bir konumdan bakan bir kitap. Yavaş yavaş, bol bol notlar ve ek notlar alarak, kaynakçasındaki eserleri ileride okumak üzere kaydederek okuyorum. Yeni hafta da beraber olacağız. Ancak izleri kalacak.

Kurgu alanında ise iki kitap vardı. Haftaya Kjersti Skomsvold'un "Hızlandıkça Azalıyorum" romanıyla başladım. Eşi Epsilon'un ardından tek kalan yaşlı Mathea'yı okuyoruz. Tuhaf baş karakterimiz Mathea yer yer komik, eğlenceli, haşarı ancak kimi zaman da oldukça kasvetli. Özellikle sonlara yaklaştıkça satır aralarında, o hoş mizahı biraz kazıdığınızda karşılaştıklarınız canınızı sıkabilir. Son derece başarılı bir roman.

Haftanın devamı, belki de ilk romandan daha da hoşuma giden bir kitapla devam etti: Viktor Pelevin'in "Omon Ra" isimli kitabıyla. Üzerinde düşündükçe daha da hoşuma giden kitap hakkında iki gün önceki düşüncelerim için tık tık.

Pazartesiyi yarılamışken henüz elimde bir kitap yok. Ne okumak istediğime dair birkaç düşüncem var ancak kitapçıya gitmeden, evdekileri tekrar karıştırmak istiyorum.

Ne İzledin? 

Bu kısım boş kalabilir, hatta birkaç hafta önceki rapor gibi "Ne Dinledin?" kısmı ile birleştirilebilirdi. Ancak pazar günü "Scavengers Reign" izlemeye başladım. 8. bölümden sonra kendimi zorla durdurabildim. Müthiş bir iş. Bir yandan gerim gerim geriyor, bir yandan merak uyandırıyor ve yetmezmiş gibi insana, insanın doğayla olan ilişkisini düşündürecek şeyler söylüyor. "Body-horror" daha önce izlemediğim bir türdü, bu dizinin de bu türün en başat örneklerinden biri arasına gireceğini sanmıyorum. Ancak beni şaşırtan bu kadar tedirgin olmayı beklememem oldu. Artık bir yerim kaşındığında dahi rahatsız hissediyorum.

Ne Dinledin?

Haftaya harika bir aşk şarkısıyla başladım: Oasis'ten "Songbird". Gözümden kaçtığına şaşırdığım bu kısacık şarkı, iki günümü doldurdu. Haftanın devamında ise tuhaf bir yolculuk gerçekleştirdim, Fikret Kızılok'tan Morrissey'e vardığım bir yolculuk. Arada Selda Bağcan'a da uğradım. İyiydi.

Bu hafta da böyleydi, haftaya görüşürüz.

10 Şubat 2024 Cumartesi

Kontrol Kalemi: Viktor Pelevin - Omon Ra

 

Yayıncı: Dost Yayınevi

Çevirmen: Barlas Çevikus
Baskı Yeri/Tarihi: 2003
Sayfa Sayısı: 198

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, "Omon Ra" isimli kitapta arıyoruz.

Soğuk Savaş'ın diğer tarafına yapılan eleştirileri çokça okudum, okuduk. Kurgu alanında da -selam sana büyük Orwell!- böyle eserleri görüyoruz. Batı'dan gelen eleştirileri artık okumak istemiyorum. Çünkü yeni bir şey göreceğimi düşünmüyorum. Bu nedenle Pelevin'in "Omon Ra"sını görünce iki kat heyecanlandım. Hem diğer taraftan, hadi Duvar'ın öte yanından diyelim, yazıyordu hem de kitap Sovyetler'in uzay programıyla alakalıydı. Sovyet Uzay Programı'nı, haliyle Sovyet sistemini eleştiriyordu. Bu yüzden okumak için ikinci kez düşünmedim. Elimdeki kitabı bitirir bitirmez Omon Ra'ya başladım.

Omon'un en büyük hayali bir gün Ay'a gitmek. Ülkesinin uzay programında yer alabilmek ve hayalini gerçekleştirebilmek için ilk gençliğinde kendisi gibi hayaller kuran bir arkadaşıyla askeri okula yazılıyor. Eğitimini tamamlarken yavaş yavaş ülkesinin kendisinden ne beklediğini de öğreniyor. Sistemle tanışıyor. Spoiler vermek istemem, bu nedenle üstü kapalı bir şekilde ifade edeceğim. Kitaptan daha fazla keyif almak istiyorsanız bu cümlenin ardından bir sonraki paragrafa geçin.  Geçtiğini varsayıyorum. Ancak her ihtimale karşı şu kadar söylemekle yetineceğim, baş karakterimiz Omon meşhur bir internet komplo teorisinin ters yüz edilmiş versiyonuna dahil olduğunu öğreniyor. 1993 yılında yazılmış bir uzun öykünün -ki buna roman denilmesine pek katılmıyorum- böyle bir sonla bitmesi ilginç. Yazarın meşhur komplodan haberi olması ihtimalini düşünerek bu komployu sistemi eleştirmek için kullanması oldukça yaratıcı. Ancak bunu öğrendiğimiz andan birkaç sayfa sonra öykü bitiyor. Karakterimizin, her şeyin nasıl planlandığını, nasıl yapıldığını öğrenmesi, Omon'la beraber biz okurların da öğrenmemiz daha iyi olabilirdi. Çünkü öykü bittikten sonra esas akılda kalan soru, "peki bunu nasıl yapabildiler?" oluyor. 

Esasında iki uzun öyküden oluşuyor "Omon Ra". Kitaba ismini veren, daha uzun olan "Omon Ra" öyküsü, yukarıda da bahsettiğim gibi Sovyet Uzay Programı ve SSCB'yi eleştiriyor. Bir bölüm dışında son derece keyifli bir öykü. O bölümü, bölüme geldiğinizde anlayacaksınız. Yavaş yavaş, belki ikinci kez okumanız gerektiğini düşünebilirsiniz. Ben kitap dönünce tekrar döndüm. Kurguya nasıl bir katkısı olduğu yönünde şüphelerim var, ancak tuhaf bir bölüm olduğunu kabul ediyorum. Tekrar okurken, müstakil ve daha geniş bir öykü olması gerektiğini düşündüm.

Tuhaf demişken, kitabın ikinci öyküsüne geçmek isterim. "Sarı Ok" isimli bu öyküde karakterimiz Andrei, bir trende yolculuk ediyor. Esasında onunla birlikte bütün insanlar da bu trende. Nereden kalktığını, nereye gittiğini, ne zamandır yolda olduğunu bilmediğimiz bu trene dair tek bilgimiz ismi: Sarı Ok. Ancak bu ismin neden konulduğunu da bilmiyoruz. Bütün bu bilinmezlikler arasında yine bilindik şeyler devam ediyor. Bir trende yaşamalarına rağmen insanlar yine bilindik düzeni kurmuşlar. Doğal olarak kondüktörler ve treni işletenlerin hakim olduğu bu düzende her kesim için farklı vagonlar ayarlanmış. İnsanlar vagonlar arası ticaret yapıyor, kimi illegal işlere girişiyor ve gerektiğinde kondüktörlere rüşvet de veriyor. Bir yandan oldukça sıradan ilerleyen hikaye, diğer yandan insanı düşündürüyor. Nasıl? Nasıl oluyor da bir trendeyiz? Nasıl oluyor da kimse umursamıyor? Yolculuğun nereye olduğunu niye kimse sormuyor? Öykü, bütün bu sorularla devam ediyor. Cevapları belki de veriyor, ancak trenin gürültüsünden duyamıyoruz.

"Omon Ra", iyi bir hiciv. Sonuyla da insanı güzel şaşırtıyor. "Sarı Ok" ise son zamanlarda okuduğum en tuhaf düşünceydi, yazarın diğer eserlerini okumaya ikna edecek kadar tuhaf bir düşünce.

 Teselli Puanı: 4/5

5 Şubat 2024 Pazartesi

Haftalık Rapor 5

Merhaba, bu yazıyı henüz geçen haftanın ekran verilerini bilmeden, pazar günü yazıyorum. Verileri aldıktan sonra güncelleyeceğim ancak şunu şimdiden söyleyebilirim ki bu haftanın verileri beni üzecek. Çünkü bir önceki haftaya kıyasla geçen hafta telefon sürekli elimdeydi (Gelecekten gelen güncelleme: Geçen haftaya göre 1 saat 58 daha fazla ekran sürem var, haklı çıkmak ne kadar kötü). Ancak bunun tamamen benim suçum olmadığını bilmeniz lazım. Bir etkinlik için çok ciddi toplantılarda buluştuk, gruplar kurduk, işler yaptık (Bir yazı önerisi: Toplantıların Verimsizliği Üzerine). Zaten haftalık değerlendirmeyi pazar günü düşünmeye başlamamın sebebi de bu etkinlik. Siz bu satırları okurken, etkinlik vaktinde başlamış ve tam sürat devam ediyor olacak, izleyen iki günde de bir problem olmadan devam etmesi beklenecek. Ben de arkadaşlarla bu etkinlik için koşturuyor olacağım. Ancak bu konuyu başka bir zamana bırakalım. Ekrana uzun süre bakmamın bir başka sebebi daha var.

Ehliyet sınavını -ikinci denememde- geçtim. İkinci deneme olduğunu özellikle belirtiyorum, çünkü ilk denememde, komisyonun sonradan anlayıp çok üzüleceğimi söylediği bir hata yaptım. Paralel parkta, iki sarı çizginin bir tanesini 1 cm ile kaçırdım ve kaldım. İki sınav arasında geçen sürede bolca gözlem yaptım. Trafikte diğer araçları izledim (canım eşim kullanıyordu), yaya olarak karşıdan karşıya geçmeyi beklerken hızla geçen arabalara, otoparka park etmeye gelen komşulara göz attım. Sonuçta insanların ne kadar kötü araba kullandıklarını gördüm. 1 cm ile kaçırdığım ehliyetimle aramda diğer arabalar, öteki şoförler varmışçasına sinirlendim. Bu kötü ruh halinden çıkmam perşembeyi buldu. Sınavın cumartesi günü yapılacağı belli olunca hemen, öncelikle paralel park olmak üzere sınavda çıkacak konulara tekrar baktım. Hem de tekrar tekrar baktım. İşimi şansa bırakmak istemedim. Sonra iki sınav arasında yapılması gereken eğitimi de direksiyon hocamla tamamladım. Pek umudum yoktu açıkçası. İlk sınava kendimden son derece emin gidip arka koltuğa atılınca moralim bozulmuştu. (Bu konu üzerinde belki durabiliriz. Sınavdan kalacak bir hata yaptığınızda sizi sürücü koltuğundan indirip arka koltuğa alıyorlar. İnsanın zoruna gidiyor. İnsan biraz teselli edilmek isteniyor, ancak eline geçen tek şey hafif aralık bir pencere oluyor.) Sınav esnasında da paralel park alanına gelene kadar diken üstündeydim. Park için gereken hareketlere başlarken, bir anlığına hayatım boyunca sağ ön koltukta oturabilme ihtimali gözümün önüne geldi. Sonra çok fazla kötü şoför olduğunu hatırladım. İyi geldi.

Geçen paragrafın başında dediğim gibi sınavı geçtim. 

Neyse efendim, tatil olmasını umduğum bu hafta fazlasıyla yoğundu. Ancak rapora yazacak birkaç cümlem var. Buyrun.


Ne Okudun?

Bu hafta, bir bildiri özeti için eski okuduklarımı karıştırdım. Akademik okumalar açısından kısır bir haftaydı. 

Ancak kurgu alanında nefis bir kitabı bitirdim. Dag Solstad'ın "Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı" ismini bir süredir raporlarda görüyorsunuz. Nefis bir roman. Bölümlere ayrılmamış olması, konuşma çizgilerine yer verilmemesi gibi okumayı biraz uğraştırıcı bir etkinlik haline getiren kararlara rağmen son derece akıcı, oldukça düşündürücü bir roman. "Hukuk fakültelerinde daha fazla okunsa ne güzel olur" diye isimlendirdiğim (?) listeme gönül rahatlığıyla eklediğim kitap, sosyalizm ve komünizm hakkında ilginç bir tartışma açıyor. Kesinlikle okuyun.

Haftanın devamında yeni bir kitaba başlamak istemedim. Solstad'ın tadı damağımda, zihnimde biraz daha kalsın, o lezzeti biraz daha yaşayayım dedim. Haftanın son günü Kjersti Skomsvold'un "Hızlandıkça Azalıyorum" isimli kitabını elime aldım. Bu haftanın kitabı bu olacak. 

Ne İzledin? 

Hafta boyunca azar azar Alef'in ilk sezonunu bitirdik. Cinayetlerin gizeminin çözülüşü biraz hızlı olsa da özellikle tablo gibi sahneleriyle izlemesi oldukça keyifliydi. İstanbul'un kasvetli ve tekinsiz resmedildiği eserler birkaç puan avantajla başlıyor, Alef'in ilk sezonu da bunu çok iyi yapıyor. İkinci sezonda her şey değişiyor olsa da bir şans vermeyi düşünüyorum.

Ne Dinledin?

Haftanın yeni bir keşfi yok, uzun zamandır dinlemediğim Stoned Jesus'a dönüş var. Özellikle I'm the Mountain'i defalarca, sıkılmadan dinledim.

Bu hafta da böyleydi, haftaya görüşürüz.

Bir Ceket Vakası

Merhaba.  Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergil...

Etiketler