9 Aralık 2020 Çarşamba

Kötü Okur İyi Bir Okurla Karşılaşınca Ne Hisseder?

Başlarken Not

Merhaba, bu satırları okuyorsan kararsızlığımı sona erdirip ''Kontrol Kalemi'' başlığı taşımayan bu metni yayınlamaya kendimi ikna etmişim demektir. Aslında aklıma gelen ilk fikir, bu metni ''Hasar Kontrolü'' altında yeni bir başlıkla yazmaktı. Çünkü ilk yazdığım, birazdan okuyacağın metnin değişiklik geçirmemiş halinin Kontrol Kalemi başlığını taştığını düşündüm. Daha önce Kontrol Kalemi başlıklı bir yazı okuduysan esas amacımın okuduğum kitapları değerlendirmek olduğunu anlamışsındır. Ancak en son okuduğum ''Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir'' isimli romanın değerlendirmesini yazdığım zaman farklı bir şeyin ortaya çıktığını gördüm. Esas derdimin kitabı değerlendirmek olmadığını, okurlukla alakalı düşüncelerimi yazarken bu kitabı kullandığımı düşündüm. Belki de bu yüzden, kitaba haksızlık etmemek için yeni bir başlık düşündüm. Dediğim gibi ilk aklıma gelen Hasar Kontrolü oldu. Ama iyi bir başlık olup olmadığından emin olamadım. O halde okurlara sormalıyım diye düşündüm. Başlık konusunda fikirlerine açığım, bu konuda bana ulaşırsan sevinirim.


Okur Okurla Birlikte

Bir okur olarak, bir sonraki kitabımı seçerken en çok başvurduğum kaynak başka okurlardır. Okumaya hasbelkader başlamış olduğum için okuma rotamı bulmak, başlangıçta zordu. Çok satan kitaplarla başladım, yabancı polisiye kitaplarını bayılarak okudum, ''cool'' karakterli romanları elimden bırakamadığım zamanlar oldu. Sonra bir gün polisiye çok satanlardan sıkıldığımı fark ettim. ''Farklı'' kitaplar okuduğunu gördüğüm bir yakınımızın Murathan Mungan'ın yakında çıkacak olan kitabı ''Şairin Romanı'' için çok uzun zamandır beklemekte olduğunu anlatan Facebook gönderisinden sonra ben de kitabı merakla beklemeye başladım. Çıktığı gibi de okudum. Büyülendim. Başkalarının da büyülenmesi için kitabı önermem gerektiğini düşündüm. Belki de Facebook gönderisiyle kitabı almaya beni ikna eden yakınımıza özendim, bilmiyorum. Neticede kitabı, okuldan bir arkadaşıma ödünç verdim. Okumanın birlikte yapıldığında güzelleşeceğine inanıyordum.

Okur Okura Karşı

Yanıldığımı gördüğümü söylemeyeceğim. Sadece zamanın şartları nedeniyle tek başına okumaya alıştım. Üniversite sınavına hazırlanıyorduk, çözülmesi gereken çok sayıda test, binlerce soru vardı. Dersler vardı; dershaneler, kurslar vardı. Okumayı erteleyen arkadaşlarım oldu. Benim için okumak, daha şahsi bir eyleme dönüştü.

Bu yalnızlaşmanın pek iyi olmadığını çok geç fark ettim. Bir kere kendimi diğer okurlardan soyutladığım için kendi okuduklarıma gereğinden fazla değer verdim. Daha en başta, okuyor olmanın çok özel bir şey olduğunu, bir okur olarak diğer insanlardan farklı olduğuma ikna oldum. Benim kadar okumayan, benim okuduklarımı okumayanları eksik okurlar olarak kabul ettim. Üç sene boyunca okur kibrinden çektim. Okur kibri, bir okurun başına gelebilecek en kötü şeydir. Okurun kendini kapatmasına, hep aynı isimler, eserler üzerinden yolculuğuna devam etmesine, aslında kaybolup sürekli çemberler çizmesine neden olur. Bu sırada diğer okurlarla da karşılaşır. Onları değerlendirir, eleştirir ve küçük görür. Okurun karşısındadır; kendi okuduklarını okumadıkları, okumadan fikir sahibi olduğu kitapları okudukları için. Bir kötü/iyi okur ayrımı vardır. Elbette kendisi iyi okurdur, diğerleri ise kötü okur. Çünkü ''x okuyor, y'yi hiç okumamış''.

Kötü/İyi Okur Ayrımı Üzerine

Bu ayrım konusunda ne düşünürsünüz, bilemem. Okurluğun sınıflandırılması konusunda farklı zamanlarda farklı düşüncelerim oldu. Bir süre, iyi okurun sürekli okuyan okur olduğunu kabul ettim. Bir süre, iyi okurun nitelikli eserler okuduğunu kabul ettim. Bir ara okumaya zaman ayırmayı başarabilen herkesin iyi okur olabileceğini düşündüm. Bu aralar böyle bir ayrımın anlamsızlığı üzerine düşünüyorum. Selçuk Altun'un ''Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir'' romanını bu anlamsızlığı düşünürken okudum. İlginçtir, daha ilk bölümlerde, ayrımın anlamsız olabileceğine dair düşüncelerimi unutarak aklıma Altun'un iyi bir okur olduğu geldi. Kendisini ve baş karakterini Alberto Manguel'le bir arada hayal ettim. Kitap boyunca, iyi okur olan baş karakterimizi kıskandım. Belki hala iyi okurluğun ne olduğunu söyleyemem ama size iyi okurları gösterebilirim. Özellikle bu kitabı bitirdikten sonra, çevremde pek çok sayıda iyi okur olduğunu fark ettim.

İyi Okurun Peşinde

Kitap, ilk yarısı itibarıyla bir kitap severin hayatını anlatıyor. Bunu yaparken bir başvuru kitabı olmayı oluyor. Yalnızca yeni yazarlar açısından değil; sanatın diğer alanları için de kitap, güzel bir kaynakça ve başlangıç listesi işlevi görecektir. Baş karakterimizi okurken onun okuduklarını görüp heyecanlanacak, okumaya bu kadar vakit ayırabilmesine şaşıracak, kıskanacak ve daha fazla okumak için şevkleneceksiniz. Şanslısınız, bir sonraki kitabınızın seçerken faydalanabileceğiniz sayfalar önünüzde duruyor olacak.

Sayfalar boyunca devam eden okurluğa övgü, bir noktada baş karakterimizin anonimleşmesine yardımcı oluyor. Bu satırları yazarken, baş karakterin adını hatırlayamadığımı ancak Çela, Halis Silah, K. Ant gibi karakterlerin isimlerini kolaylıkla anımsayabildiğimi fark ettim. Belki de bunun sebebi, baş karakterimiz üzerinden iyi okurun portresini çizmek. Elbette, bir romanda olmanın sağladığı avantajlar var. Maddi konuların kolaylıkla aradan çıkarılması, belki de bunlardan -şu an içinde bulunduğumuz şartları düşündüğümüzde- en önemlisi. Gerçi bu durumun altyapısı Halis Silah karakteriyle atılıyor ancak çözümün üzerinde çok durulmaması, meseleyi farklı bir noktaya çekiyor. Elbette, yazarın amacı bir insanın kendisine nasıl iyi bir gelecek kurduğunu anlatmak değil. Çok daha farklı, iyi okurların birbirlerini bulduğu bir bulmaca kurmak. ''Dünyanın en iyi yazarını tanımak ister misin?'' gibi her okurun peşine düşeceği iyi bir soruyla, ilgi çekici bir yan karakter ve onun hikayesiyle kitabın ikinci yarısı, merak öğesini de yanına alarak sizi kitabın sonuna taşıyor. Görece az sayıda sayfada elinize çözülmüş bir gizem bırakması, yazarın bir başarısı. Üstelik bunu yapmasına aslında hiç gerek yok. Gerçekten de karakterimizin gizemle karşılaştığı sayfaları okuyunca şaşırdım. Bunun beklemiyor olmamın yanı sıra, bir bölüm önce karşılaştığımız ilginç kiracılık halinin, yalnızca edebi bir hoşluk olarak düşünülmemiş olması da şaşırmamda etkiliydi. Yazar, karakterini bir oyunun içine almadan, beni oyuna dahil etmeyi başarmıştı.

Sürprizi bozmayacağım, dünyanın en iyi yazarını size söylemeyeceğim. Dünyanın en iyi okurunun kim olduğunu düşünmenizi de istemeyeceğim. Önce kitabı okumanızı, ardından da etrafınızdaki iyi okurları düşünmenizi isteyeceğim. Ben kendi iyi okurlarımı kıskanıyorum. Ancak oralarda olduklarını bilmek kendimi iyi hissettiriyor.

6 Aralık 2020 Pazar

Kontrol Kalemi XVII: Avunamayanlar - Kazuo Ishiguro




Kitap Editörü: Begüm Kovulmaz
Düzelti: Filiz Özkan
Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Baskı Yeri/Tarihi: İstanbul/Ekim 2009
Çevirmen: Roza Hakmen
Sayfa Sayısı: 540


Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Avunamayanlar isimli romanda arıyoruz.


Alıntıyı anımsarsınız: ''Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.'' İşte Avunamayanlar da baş karakterimiz Mr. Ryder'ın bilmediğimiz bir Avrupa şehrine varmasıyla başlıyor. Gelişi biraz gecikmiş, onun için hazırlanan karşılama komitesi dağılmış olsa da Mr. Ryder'ın uzun süredir beklenen ''önemli bir yabancı'' olduğunu anlıyoruz. Roman, ilgi çekici bir başlangıçla hikayesinin içine hızlıca dahil ediyor bizi. Mr. Ryder'ın şehre önemli bir konser için geldiğini, kendisinin şehirde çok sayıda hayranının olduğunu öğrenince ister istemez sayfaları daha hızlı çevirmek istiyoruz. Henüz daha ilk sayfalardan hikayenin bize vaat ettiği çok fazla şey olduğunu düşünüyoruz.

Ta ki Gustav'ın asansördeki ilk monologuna kadar. Gerçi evet, Gustav'ın monologunu okuduğum anda, kitabın devamında buna benzer pek çok monologla karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Gayet doğal bir sahne canlanmıştı önümde. Otele gelen önemli müşteriyle muhabbet etmek için çabalayan geveze bir çalışan ve nezaket sınırları dahilinde sohbetin sünmesine müsaade eden konuk sahnesi, kitabın başı için fena da bir sahne değil. Ancak ilerleyen sayfalarla birlikte, Mr. Ryder'ın maruz kaldığı bütün o monologların ardından yoruldum. Çok kısaca özetlersem, şehre gerçekten önemli bir etkinlikte piyano çalmak için bulunan Mr. Ryder, şehir sakinleri ile sonu gelmez, boğucu, tedirgin edici ve yer yer anlaşılmaz maceralar yaşıyor. Lafın gelişi macera dediğime bakmayın, kimi zaman gerçekten ne olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz. Elbette yazarın bir tercihi bu. Kitaba hakim olan sisi oldukça iyi yaratmış. Ki daha önce Ishiguro okuduysanız, onun bu tarz sisler yaratmakta ne kadar başarılı olduğuna da aşinasınızdır. Ancak bu sefer farklı. Gömülü Dev ya da Beni Asla Bırakma'da var olan sislerin dağıldığı bir ferahlık noktasına er ya da geç varıyordunuz. Avunamayanlar ise bu noktada yolunu dolambaçlı yöne kırmaktan çekinmiyor. Siste devam etmenizi, bunalmanızı, yer yer kitabı okumaya ara vermenizi istiyor. Çünkü yoruluyorsunuz. Mr. Ryder'ın şehirdeki günleri boyunca devam eden dinlenememe problemine ortak oluyorsunuz. Meraklı bir okur olarak içinizdeki merak duygusunu kaşıyan bu romana devam etmeye can atıyorsunuz. Ama önünüzdeki sayfalarda birtakım olaylar gerçekleşiyor ve anlam veremiyorsunuz. Boris, gerçekten Mr. Ryder'ın oğlu mu? Sophie ile Ryder'ın arasında ne var? Bu mutsuz aile portresi gerçek mi? Yoksa bellek ile şimdi arasında geçişlere sahip güvensiz bir anlatıcıya mı sahibiz?

Belki bu noktada durmak gerekir. Çünkü cevaptan emin olamıyorum. Özellikle iki farklı karakter üzerinden baktığımız zaman, tam olarak ne düşünmemiz gerektiğinin açık olmadığını söyleyebilirim. Bu iki karakterden ilki Stephan. Otel müdürü olan babası ile annesini gururlandırmak isteyen, onlara piyano çalmada yetenekli olduğunu göstermek isteyen Stephan'ın bir noktada Mr. Ryder ile ortak bir bağının olduğunu öğreniyoruz. Bu öğrenme, tam da Ishiguro'nun diğer kitaplarındaki sisi dağıtma tarzına benzer bir şekilde karşımıza çıkıyor: Laf arasında, iki karakter arasındaki olağan bir sohbette çok önemli bir şey, hiç önem taşımıyormuşcasına söyleniyor. Böyle bir durumda ister istemez, Stephan'ın Mr. Ryder'ın gençliği olabileceği düşüncesine kapılıyorum. Kabul edilme arzusunu taşıyan bu iki karakter, Stephan'ın kitabın sonundaki kararıyla birbirlerine daha da benziyorlar. 

Bununla beraber bahsettiğim ikinci karaktere bakarsak ortalığın ne yazık ki aydınlanmadığını fark ediyoruz: Gustav. Otelde, taşıyıcı olarak taşıyan Gustav, Boris'in büyükbabası ve Sophie'nin babası. Kitap boyunca mutsuz bir aile tablosu içinde gördüğümüz Ryder, Sophie ve Boris üçlüsünün üçüyle de farklı yakınlıkta ilişkilere sahip. Üç karakteri de çok sevdiğini gördüğümüz Gustav'ın Boris'le son derece yakın olduğunu görüyoruz. Kızı Sophie ile ise yıllardır devam eden bir konuşmama durumunu sürdürüyor. Kırgınlık, küslük, kavga olmadan sadece doğrudan iletişimi kesen bu ikili, halinden son derece memnun görünüyor. Gustav, ilişkinin bu şekilde ilerlemesi gerektiğinden son derece eminle. Bununla birlikte Ryder ile olan ilişkisine baktığımızda ona saygı duyduğunu, saygıdan da öte sevdiğini görebiliyoruz. Üstelik Ryder da Gustav'ı seviyor görünüyor. Gustav'ın Ryder ve Sophie arasındaki ''şeyi'' bilip bilmediğini öğrenemiyoruz. Buna rağmen aralarındaki iletişim, Ryder'ın şehirdeki diğer herkesle kurduğu ilişkiden farklı.

Kitabın ilişkiler denkleminde Gustav'ın önemi ise -bence- biraz daha farklı. Ryder, Sophie ve Boris ile olan ilişkisinde Gustav'ın tam zıddı bir portre çiziyor. Sophie ile konuşuyor ama ona sinirlenmekten, bağırmaktan kendini alamıyor. Gustav'ın kendini pek düşünmeyen karakterine karşılık Ryder, Sophie karşısında bencil davranmaya son derece yatkın. Öbür taraftan Boris ile olan ilişkisi de sıkıntılı. Gustav ile Sophie arasındaki konuşmama durumunun daha toksik bir hali Ryder ile Boris arasında yaşanıyor. Üstelik bunun sorumlusu Ryder gibi görünüyor. Bu noktada Gustav ile Ryder'ın iki zıt karakter olduğunu söylemek mümkün. Böyle olunca da Boris'in Ryder'ın çocukluğu olabileceği düşüncesine pek sıcak bakamıyorum. Gerek Ryder ile Sophie arasındaki ilişkinin karmaşıklığı, gerek Ryder'ın ilkokul anılarının farklılığı bu düşünceyi uzak kılıyor.

Bunları neden anlatıyorum? Çünkü emin olamıyorum. Avunamayanlar, son zamanlarda okuduğum, hakkında karar vermekte en çok zorlandığım kitap oldu. Bir artı/eksi listesi yaptığımda iki tarafın da birbirine ağır gelebilecek yanları olduğunu kabul etmem gerekiyor. Gerçekten de yan karakterlerin zengin hikayesi, detaylara verilen önem, esrarı saklıyor oluşu, kitabın gözümdeki değerini artırıyor. Öbür taraftan kitabın, benim için zor okunan bir kitap olduğu gerçeğini de göz ardı edemiyorum. 30-40 sayfadan sonra dinlenme, biraz nefes alma ihtiyacı hissettim. Karakterler arasındaki iletişim kopukluğu, boğucu atmosfer ve çok keskin geçişler kimi zaman yorabiliyor. Bitirip üzerine düşündüğüm bir günün ardından ağzımda tuhaf bir tadın kaldığını söyleyebilirim. Daha önce bilmediğim bu tadı sevip sevmediğimden emin değilim. Belki de avuntu aradığım için yaşadığım deneyimi garipsiyorum, kim bilir...

Avunamama Puanı: 5/5

3 Aralık 2020 Perşembe

Hayri Bey'in Gerçek Yangını

 

Hayri Bey kimdi? 

Bu konuda elimizde, az da olsa birtakım bilgiler mevcut. Bu bilgiler yaşanan olayı aydınlatacak ipuçları verebileceğinden bir bakmakta fayda var.

Hayri Bey, 48 yaşında, çalışma arkadaşlarının dediğine göre hiç evlenmemiş, tertemiz yüzlü bir abimizmiş. Üsküdar Belediyesi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü’nde memuriyetine devam eden Hayri Bey hakkında çalışma arkadaşlarının ortak kanaati, işinde gücünde bir adam olduğu yönünde. Pek çokları ona, biraz da yaşına hürmeten ‘‘Hayri Abi’’ diye seslense de kimsenin onunla çok da yakın olmadığını söylememiz gerekiyor. Ancak şu tuhaf bilginin de altını çizmemiz şart. Konuştuğumuz çalışma arkadaşlarının tamamı, Hayri Bey’in kavurmaya bayıldığını söyledi. Hatta onunla aynı odayı paylaşan Aytekin Bey, Hayri Bey’in yemekhanede ne zaman kavurma çıksa sıranın en önünde yer aldığını, kavurmasını zevkle kaşıklayıp ağzını peçeteyle sildikten sonra, etrafındakilere ‘‘Kavurmadan sonra su içilmez. Etin tadı çıkmaz öyle’’ diye öğütler verdiğini söyledi. Etrafındakiler Hayri Bey’in bu öğüdünü tutmayınca, sitemkar bir şekilde dizine bir sille vurduktan sonra masadan aldığı kürdanı dişlerinin arasında çevirdiğini de -gerek olmamasına rağmen- dile getirdi.

Bu bilgi, Hayri Bey’in kavurmaya düşkün olduğu bilgisi, önemli. Olayın başladığı günün yemek listesine baktığımızda da öğle yemeğinde kavurmanın olduğunu görüyoruz. Tanık anlatımlarına göre, Hayri Bey yine sıranın ilk sırasından kavurmasını bol kepçe almış ve tabağını ekmeğiyle sünnetledikten sonra yine daha önceki günlerde olduğu gibi etrafındakilere takılmış. ‘‘Yahu,’’ demiş Hayri Bey, ‘‘kavurmadan sonra su içmeyin, bırakın yaksın.’’ Masasındakiler her zamanki gibi gülmüşler. Ancak o gün masada, tanıkların kim olduğu konusunda anlaşamadıkları bir isim Hayri Bey’e takılmış: ‘‘Olur mu Hayri abi Allah aşkına? Hem ne demiş atalarımız! Ye tatlıyı, içme suyu, yanarsa yansın; ye etliyi, iç suyu, donarsa donsun. Sen karıştırıyorsun.’’

Elimizdeki bilgiler ne kadar çelişkili olsa da olayların bu cümleden sonra başladığını söyleyebiliriz. Hayri Bey kızarmış, öksürmeye başlamış, kravatını çekiştirerek masadan kalkmış. Hızlıca belediye binasından çıkıp her gün evine gitmek için kullandığı Marmaray Üsküdar İstasyonu’na doğru koşar adım yönelmiş. Ancak diğer günlerin aksine istasyonu pas geçerek direkt denize yönelmiş ve avuç avuç su içmeye başlamış.

Hayri Bey’i görenler, ilk başta ne olduğunu anlamamış elbette. Onu deli sananlar olmuş, kamera şakası olduğunu, hatta Youtuber olduğunu düşünenler dahi çıkmış. Ancak Hayri Bey’in susuzluğu artmış. Susuzluğu arttıkça avuçlarını daha da batırmış denize. Üstü başı ıslanmış, ancak durmamış, duramamış Hayri Bey. İçtikçe içmiş, içtikçe içmiş. 

Deniz seviyesinin değiştiğini ilk kim, ne zaman fark etmiş? Kadıköy-Eminönü hattındaki vapur kaptanları olduğunu söyleyenler var, ama bilemiyoruz. Tek bildiğimiz Hayri Bey’in aradan geçen saatlerin ardından su içmeye, hızını hiç kesmeden devam ettiği. Görgü tanıkları Hayri Bey’in genişlemeye başladığını ilk o zaman fark etmişler. Birkaç duyarlı vatandaş polisi, kimi kafası karışık vatandaş itfaiye ve jandarmayı aramış. Polisler ilk aramaları ciddiye almamışlarsa da sayısı sıklaşan aramalardan işkillenerek bölgeye intikal etmişler ve Hayri Bey’i gerçekten de su içerken görmüşler.

Önce konuşarak ikna etmeye çalışmışlar, Hayri Bey cevap vermemiş. Ardından gençten iki polis memuru Hayri Bey’in kollarına girmek istemiş, Hayri Bey istifini bozmamış. Sinirlenen ekip amiri, Hayri Bey’in polise mukavemette bulunduğunu söyleyerek her ne şekilde olursa olsun karakola getirilmesini emretmiş. Polisler bir ekip halinde Hayri Bey’i durdurmak için harekete geçmişler. Geçmişler ama Hayri Bey’e yaklaştıkları gibi Hayri Bey bir anda açıklara yüzmüş. Ağzı kocaman açılmış, su içmeye devam etmiş. Kolları uzamış, metrelerce uzunluktaki kulaçlarıyla polislerle olan mesafesini açıvermiş. Kız Kulesi’ne birkaç saniyede varmış ve daha da hızlanarak su içmeye devam etmiş. Sanki içmiyor da suyu kuvvetli bir süpürgeyle çekiyormuş. Bu sırada gövdesi gözle görülür bir şekilde büyümeye başlamış. 

Bir gün, iki gün, üç gün derken Hayri Bey’in susuzluğu dinmemiş. Görevliler, ne yapacaklarını bilememişler. Ordu göreve çağrılmış, Hayri Bey’e müdahale edilmesi konusunda herkes hemfikirmiş ama yaşananlara kimse inanamıyormuş. Karadeniz ve Ege’deki deniz seviyesinin de düştüğü haberleri gelmeye başlayınca birkaç ülke durumu Birleşmiş Milletler’e taşıyarak meseleyi, uluslararası bir sorun haline getirmiş. Birleşmiş Milletler’de Hayri Bey’e yönelik bir operasyon yapılması tartışılmış, Amerika ve Çin yapılması planlanan müdahaleyi veto etmiş, ancak Genel Kurul’daki ülkeler toplanarak insanlığın yararı uğruna harekete geçmeye karar vermiş.

Birleşmiş Milletler Barış Gücü Boğaz’a gelmiş, Kız Kulesi’ni yıkarak oraya yerleşen Hayri Bey ile müzakerelere başlamak istemiş. Hayri Bey, susuzluğun pençesindeyken onlarla konuşamamış, su içmeye devam etmiş. Sabrı tükenen ülkeler, Hayri Bey’e ivedilikle müdahale edilmesi konusunda anlaşmışlar ve bir gün sabaha karşı Hayri Bey’in artık iyice genişlemiş sırtına asker çıkarmışlar. Amaçları Hayri Bey’e zarar vermeden onu uyutacak iğneleri sırtına batırmakmış. Ancak Hayri Bey’in vücudu gergef gibi gergin olduğu için iğnelerin uçları kırılmış. Barış Gücü üç hafta boyunca bölgede kalmış. En sonunda verilen zayiatlardan dolayı pes ederek pasif konuma geçmeye karar vermiş. ‘‘Stratejik bir geri çekilme,’’ demiş Barış Gücü Komutanı General Winnbaum, ‘‘Hayri Bey’in etrafını çevirdik. Onu kontrol altında tutacağız.’’

Hayri Bey’in susuzluğu dinmemiş. Dünyanın dört bir tarafından deniz seviyesinin düştüğü haberlere gelmeye devam etmiş. İnsanlar Boğaz’a bakınca Hayri Bey’i görmeye alışmış. Zaten bedeni büyüyerek bütün manzarayı kapattığı için insanların alışmaktan başka bir çaresi de yokmuş.

Bütün bu olaylar nasıl sona ermiş? Ne olmuş da Hayri Bey’in susuzluğu dinmiş? Buna hala bir cevap veremiyoruz. Sadece insanların bir sabah uyandıklarında Hayri Bey’in artık su içmediğini gördüklerini biliyoruz. Çok sevinmişler elbette, neredeyse dünya çapında kutlanacak bir olaymış. Sonrasında gerçekleşen olaylar olmasa, Hayri Bey’in idrar yolları çalışarak iki ayın sonunda geride sapsarı bir Boğaz bırakmasa gerçekten de bu olayı kutlayabilirdik.

Yine de çok şikayetçi değilim. İnsan her şeye alışıyor. Sapsarı bir Boğaz’a alışıyor. Hele geceleri görseniz, daha da güzel oluyor. Ama işte, bir de şu koku olmasa!


Hayri Bey'in Yangını

 Kötüokur’un Hayri Bey’in Yangını adlı yeni öyküsünü okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin.

Bir saniye. Hani zihnindeki bütün düşünceleri kovacaktın sen? Gözlerini kaçırma. Öykünün başlangıcını birebir Calvino’dan aldığımı düşünüyorsun. Görebiliyorum bunu. Bu düşüncenle benden puan alabileceğini mi sanıyorsun? Bir kere baştan yanılıyorsun. Ortada puan alabileceğin bir rakip yok. Ben senin rakibin değilim. Sadece şu an okuduğun bu satırların yazarıyım. Belki devam eden satırları ben yazmadım, bunun garantisini veremem. Belki bir editörün kurbanı oldum, bunu henüz bilemem. Tam da şimdi, gözlerinle takip ettiğin bu satırların benim ağzımdan, ancak öykümü gönderdiğim derginin editörü tarafından düzeltme adına yazılıp yazılmadığından ikimiz de emin olamayız. Hadi ben yine, olur da öykü yayımlanırsa gönderdiğim metinle yayımlanan metnin arasında bir fark olduğunu görebilirim. Ama senin hiç şansın yok. Okuduğun bütün metinlerin editörlerin ezeli komplosunun ürünü olma ihtimali var. Edebiyat tarihinin sistematik bir tahrifat tarihi olmadığından nasıl bu kadar eminsin? Eğer düşüneceksen bunun üzerine düşün, öykümün başlangıcını rahat bırak.

Neyse, Hayri Bey’in Yangını diyordum. Evet, Hayri Bey kimdi? Bu konuda, elimizde birtakım bilgiler mevcut. Bu bilgiler yaşanan olayı aydınlatacak ipuçları verebileceğinden bir bakmakta fayda var. Ama bundan önce zihnini gerçekten boşaltmalısın. Aklın başka yerdeyken bir öyküye gereken önemi veremezsin. Önceki paragrafın üzerine düşünmekte bu kadar ısrarcıysan bu cümleyi tamamlamadan bir önceki paragrafa tekrar bak. Dilediğin şekilde tekrar tekrar oku ve söylediklerimin saçmalığından emin olunca alttaki paragraftan devam et. 

Hayri Bey, 48 yaşında, çalışma arkadaşlarının dediğine göre hiç evlenmemiş, tertemiz yüzlü bir abimizmiş. Üsküdar Belediyesi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü’nde memuriyetine devam eden Hayri Bey hakkın… ah, demek geldin. Yukarıdaki paragrafla olan hesaplaşmanı tamamlamanı bekleyemediğim için üzgünüm. Senin gibi okuduğu her cümlenin altında bit yeniği aramayan okurlarım için öykümün devam etmesi gerekiyordu. Hazırsan devam edelim mi? Hayır, bir önceki paragrafta da söyledim. İki önceki paragrafta söylediklerimi ben kurguladım. Evet, hepsini. Evet, o da dahil. Hepsini ben yazdım. Şimdi müsaadenle, anlatmak istediğim bir öyküm var. 

Pek çokları ona, biraz da yaşına hürmeten ‘‘Hayri Abi’’ diye seslense de kimsenin onunla çok da yakın olmadığını söylememiz gerekiyor. Ancak şu tuhaf bilginin de altını çizmemiz şart. Yine ne var? Hayır, aslında gayet iyi başladı. Devamında okurlara hazırladığım sürprizlerim var. Ancak bana müsaade etmen gerekiyor. Hayır, üç önceki paragrafta öylesine bir espri olsun diye yazdığım cümlenin üzerine bir öykü kurmayacağım. Çünkü, editörlerin bütün edebiyat dünyasına komplo kurduğu bir kurgu ilgimi çekmiyor. Bu ne cüret! Elbette böyle bir kurgu yazabilirim. Eğer istersem. Elbette yazabilirim. Sadece istemem ve öykü üzerinde çalışmam lazım. Ama şimdi, Hayri Bey’in hikayesine devam etmek istiyorum. 

Şu tuhaf bilginin de altını çizmemiz şart. Konuştuğumuz çalışma arkadaşlarının tamamı… Size bir şey diyeyim mi sevgili okur? Düşündüm de, dört önceki paragrafta yazdığım o deli saçması şey hakkında öykü yazmayacağım. Bu konunun üzerine düşünmeyeceğim bile. Siz bana ne yapacağımı söyleyemezsiniz. Ben, sizin bildiğiniz yazarlara benzemem. Okurun ne istediğiyle hiç ilgilenmem. Anlatacak hikayem vardır, her zaman vardır. Önce hikayemin temelinin yerleşmesini beklerim, sonra yavaş yavaş inşa ederim onu. Her kelimenin üzerinde dururum, yazdığım hiçbir şey öylesine değildir. Öyküde yer alan her kelimenin hizmet ettiği bir amaç vardır. Kendimle çelişmiyorum, hayır. Dört paragraf önce yazdığım o cümle, anlatmak istediğim öyküde geçen bir cümle değil. Dikkatimi dağıtmamış olsaydınız hiçbir zaman yazılmayacaktı o cümle. Evet, siz suçlusunuz. Hem bilmişlik edip başlangıcım hakkında düşünüyorsunuz, hem de sizin dışınızda Hayri Bey’in hikayesini merak eden diğer okurların vaktini çalıyorsunuz. Neden okumayı bırakmıyorsunuz ki? Belki de böylesi daha hayırlı olur. 

Siz de takdir edersiniz ki öyküme nasıl başlayacağıma ben karar veririm. Bırakın şu ‘‘yazar öldü’’ geyiklerini. Kanlı canlı karşınızdayım işte. Siz bölmeden önce Hayri Bey’in kavurmayı ne kadar sevdiğini söyleyecek olan da benim. Şimdi bunu nasıl yorumlayacaksınız? Hangi aşırı yorumu tercih edeceksiniz? Hayri Bey, kavurmaya bayılırdı. Bunu yazdıktan sonra, hangi kendini bilmez benim ölü olduğumu iddia etmeye devam edebilir? Gerçekten, gitmenizi rica ediyorum. Belli ki aramızda kan uyuşmazlığı var. Bir kangrene dönüşen ilişkimizi kesip atalım. İleride bir gün, kafanızın karışıklığı geçtiğinde tekrar buluşuruz sayfalarda. 

Kusura bakmayın sevgili okur. Kimi zaman böyle okurlarla karşılaşıyorum ve kendimi kaybediyorum. Sizinle hiç alakası yok. Üç dakikanızı öykümü okumaya ayıran sizlerle bir problemim yok. Hayri Bey’in hikayesini anlatacağım, siz okuyacaksınız ve bir sonraki öyküye geçeceksiniz. Sonra o öyküyü okuyacaksınız, ardından da bir sonrakini. Şimdi, lütfen sayfayı çevirin. Siz sayfayı çevirip Hayri Bey’in Gerçek Yangını adlı öyküyü okurken ben, okurun peşinden gideceğim. 

Merak etmeyin, size yetişirim.





Görsel: Tursiat, https://www.deviantart.com/tursiart/art/Mustached-Monocle-Man-ATC-283343431


Bir Ceket Vakası

Merhaba.  Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergil...

Etiketler