28 Nisan 2024 Pazar

Terra Nostra'yla Başlayan Bir Haftalık Rapor

Geçtiğimiz hafta bir deli cesaretiyle Carlos Fuentes'in anıtsal eseri "Terra Nostra"sına başladım. Açıkçası uzun bir süredir gözüm kesmiyordu. Ancak yerine başka bir kitap seçmekte zorlanınca "artık zamanı geldi" diyerek başladım. 


Gerçi birkaç sayfa okuduktan sonra kararımın doğru olup olmadığını sorgulamaya başladım. Görece daha kısa kitaplar okuduğum bu dönemde, üstelik kitap fuarı da yaklaşmışken (siz bu yazıyı okurken başlamış olacak) gerçekten bu maceraya girişmek istediğimden emin olamadım. Yine de kitabın lehine yapılmış yorumlar çok büyük bir sevgi selini gösterdiğinden şans vermeye devam ettim. İkinci bölüme geçmem yetti. Bir boşluğum olsun da kitaba döneyim diye bekler hale geldim. 

Kitabın henüz hala çok başındayım. O yüzden karakterlere, olaylara, ileride neler olacağına tahmin yürütmek için çok erken. Yalnızca, müstesna bir eserle karşılaşınca hissettiğiniz o duyguyu yaşıyorum. Bir anda karşınıza çıkan bir cümle, ana hikayenin gerisinde kalan ufak bir hikayecik, karakterin tasvirinde kullanılan bir sıfat... "Ben şu an iyi bir eser okuyorum" dedirtiyor. 

Daha önce uzun romanlar okumak üzerine kısaca yazmıştım (tık tık). Bir yıl önceki o yazıda uzun romanlar okuyamamamın nedenlerinden birinin odaklanamamak olduğunu yazmışım. Geçen hafta da odaklanamamak üzerine yazdım. Bu hafta da bu sorundan bahsediyorum. Gördüğünüz üzere problemlerimi çözme kabiliyetine sahibim. Ama konumuz bu değil. İleride bu sevgim devam eder mi bilinmez, ancak kitabı sonuna kadar okuyacağım. Keyif almaya devam edeceğimi düşünüyorum. 

Bu aralar ağzımda ekşi bir tat bırakan eserlerle pek karşılaşmadım. Çok ufak bir çevrede, az bir zaman aralığında sınırlı sayıda esere vakit ayırabilmem bunun en büyük sebepleri. Rahatsız olduğumu söyleyemeyeceğim, her hafta beklediğim Gibi'nin "Şadan" bölümünden de keyif almaktan memnunum. Shogun'un sessiz sedasız final yapmasından da memnunum. Her ne kadar bıraktığı boşluğu dolduracak bir eser bulmak zor olsa da birkaç aday var. İkinci sezonu gelen ancak henüz başlamadığımız Prens, en büyük aday. 

Bu hafta bir video, bir de kanal tavsiyesiyle geliyorum. Öncelikle videoya şuradan ulaşabilirsiniz. Outdoor Boys kanalının bu çok izlenen videosunda dört saatte bir kar sığınağı yapılıyor. Karda kalmayı sevmem, kışdan da pek haz etmem ancak insan, böyle yetenekli insanları görünce özeniyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, ilham veriyorlar. Yeterli ekipmana sahip olmasam da teoride bir kar sığınağını nasıl yapabileceğimi biliyorum. Pratikte bunun işe yaramayacak olması ve muhtemelen ya sığınağı yapmaya çalışırken yorgunluktan ve soğuktan ya da hasbelkader sığınağı tamamlarsam sığınağım üzerime çökmesi nedeniyle öleceğimi biliyorum. Ama yine de teoride bunu yapabileceğimi düşünmek, çok da sağlıklı olmasa da bir özgüven veriyor. 

Önereceğim kanal ise bir yemek kanalı. Ben kendilerini helva videosuyla tanıdım. Tarihin farklı dönemlerine ait yemek tariflerini denerken bir yandan da o yemeğe ve döneme ilişkin sohbet ediliyor. Mizah da fena değil.

Rapor bu şekildeydi, haftaya görüşürüz. 

22 Nisan 2024 Pazartesi

Odaklanma Üzerine Bir Haftalık Rapor

Günaydın.

Bir Youtube kanalından bahsederek başlamak istiyorum: Acepe. Bu kanala ilk olarak canım eşimle çalışırken ne dinleyeceğimize karar veremediğimiz o klasik anların birinde denk geldik. "Stoacı Ambiyans Müziği" adı verdiği, her başlığında ayrı bir motivasyon cümlesinin yer aldığı birer saatlik parçalarında, esasında çok da numara yok. Tekrar eden temposuyla odaklanmanıza yardımcı olduğunu iddia ediyor. Yalnız videoların isimleri gerçekten insanı motive ediyor: "Yağmurda dövüşeceksen fırtınada antrenman yap" gibi bir başlıkla karşılaşınca insan önce şaşırıyor, sonra ister istemez merak ediyorsunuz. Bu merak ve biraz da şakayla tıkladığımız videodan sonra kanalda bolca vakit geçirdim. Hatta birkaç haftası sürekli olmak üzere, şu anda aralıklarla çalışırken arka plana açıyorum. Dikkatim, artık eskisi kadar olmadığı için, en azından diyorum, şarkı bitene kadar dikkatimi vererek çalışayım. İlginç bir şekilde işe yarıyor.

Ah, ah! Eskiden böyle miydim? Üniversitede bir oturdum mu, ufak molalar dışında, saatlerce çalışabilirdim. Şimdi bırakın saatlerce çalışmayı, yalnızca bir (1) (BİR!) saat verimli çalışabildiğimde mutlu oluyorum. Bir saat odaklanabilmem için de arkada müzik çalıyor olması gerekiyor, halbuki eskiden kütüphaneleri bile gürültülü bulduğum olmuştu (Kütüphanelerde verimli çalışmak isteyenlere hızlı bir tavsiye: Bir tıp öğrencisinin yanına oturun. Ben hayatımda bu kadar moral bozucu bir durum deneyimlememiştim. Özellikle kendinizi iyi çalışan biri olarak görüyorsanız bir tıp öğrencisinin yanına oturun ve o mola verene kadar mola vermemeye çalışın).

O odaklanma gücünün nerede koptuğunu düşünüyorum. Mezun olur olmaz kaybetmedim o gücü, çünkü yüksek lisansa hazırlanırken veya yüksek lisans sırasında da odaklanabildiğimi anımsıyorum. Dilimden düşürmediğim, hatta yaptığım süreden daha uzun süre hakkında konuştuğum kısa avukatlık maceramdan şüpheleniyorum. Telefonlar, müvekkil adaylarıyla görüşmeler, toplantılar, duruşmalar, icra dairesinde bekleyen işler vs. bir dilekçeye odaklanmamı engelliyordu. İşte burada yavaş yavaş kaybetmiş olmalıyım. Çünkü yüksek lisans tezini yazmak için işi bırakınca, tezin başına oturmak o kadar zor olmuştu ki gün içinde salon-yatak odasını arasını defalarca değiştirmem gerekmişti. Gerekçem de şu çok basit, ancak kendimi kandırmaktan başka işe yaramayan şu gerekçeydi: Tebdil-i mekan da ferahlık vardır. Böyle böyle kandırdım işte kendimi. Koltuktan, yemek masasına, oradan yatağa, en son tekrar çalışma masasına... Heba oldum.

İşin tuhafı o zamanlar henüz bu gücün kırıntıları duruyordu. Tükenmeye yakındı ancak oradaydı. Ben de belki gücümü toplayabilirim diye uğraşıyordum. Kimi güzel kitaplar, romanlar, diziler, filmler ve benzer işlerle odaklanma problemi yaşamadan ilgilenebiliyordum. "Her Yerden Çok Uzakta"yı ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum. Elimden bırakamamış ve bir günde bitirmiştim. Bulunduğum mekandan soyutlandığımı, soluksuz kaldığımı ve kitabın beni hoş bir baş ağrısıyla uğurladığını hatırlıyorum. Geçen hafta tekrar okudum. Yine mekandan soyutlandım, soluksuz kaldım, bitirince tatlı bir baş ağrım oldu. Ancak bu sefer kitabı bitirmem üç gün sürdü.

Bir önceki paragraftan sonra kolaya kaçıp "canım, demek ki kitap o kadar da iyi değilmiş, abartmışım" diyebilirim. Aradan geçen yıllarla beraber değiştiğimi söyleyebilirim. Değiştim, o kısım doğru. Ancak bu kitaptan aldığım zevki azaltmadı. Hala Le Guin'in en iyi işlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Her okumamda ayrı noktalarına hayran kalıyorum. Değiştim, çünkü artık o odaklanma gücüm yok. En iyi eserlerde bile -ki haftalık raporlara bakarsanız, yakın zamana kadar hoşuma giden pek çok kitap okudum- birkaç sayfa okuduktan sonra dikkatim dağılıyor. "Gibi"nin muhteşem devam eden sezonunun ilk "eh işte"lik bölümü "Leopar Ve"yi izlerken de on dakika sonra dikkatim dağıldı, birkaç dakikalık kısmı geri almak zorunda kaldım. Hatta "Shogun"un müthiş dokuzuncu bölümünde bile bir gidip geldim. Bazen çalışırken kendimi satırları takip ederken yakalıyorum, halbuki zihnimde bambaşka bir gündem var.

Sağlıklı değil, hiç sağlıklı değil. Bir şeye tamamen kendimi vermek, bütün dikkatimi o an neyle uğraşıyorsam ona hasrederek saatlerin gelip geçtiğini bilmemek, tükenmiş bir halde masadan kalkmak istiyorum. Bunu herhangi bir dış yardım almadan yapmak için öncelikle uzun bir çalma listesi deneyeceğim. Hafta sonu biraz bu konu üzerinde düşündüm. Eğer durumumda kayda değer bir iyileşme varsa önümüzdeki hafta okursunuz. Eğer okumazsanız, lütfen, bana da konu hakkında soru sormayın.

Şimdi gitmem lazım, bir sunum ve ders notu hazırlamam lazım. 

Satır aralarında haftamın nasıl geçtiğini görebiliyorsanız, o yüzden rapor yazma rutinine devam ettiğim konusunda kendimi iyi hissedeceğim.

(Bitirirken not: İlk paragrafın neden "İki Yana Yasla" komutuna uymadığını bilmiyorum. Yazının herhangi bir başka yerine yapıştırılınca sorun olmuyor, ancak ilk paragrafta katiyen düzelmiyor. Kendimi iyi hissetmeye devam edeceğim, ancak bu ufak sorun ufak bir çizik attı.)

14 Nisan 2024 Pazar

Badem'in Dönüşü (Rutin Üzerine Bir Haftalık Rapor)

 6 Ocak'taki yazımda (tık tık) evdeki misafirimizden, Badem'den bahsetmiştim. On beş ayın ardından bir kez daha bizimle. Rutinini koruyor, yine erken uyanıp ve uyandırıp ihtiyaçlarını gideriyor. Suyunu ve mamasını verdikten sonra teşekkür etmek için bacaklarıma sürtünüyor ve göbeğini sevmeme müsaade ediyor. Ardından odaya, benim bıraktığım boşluğa dönüyor. Acıkana kadar uyuyor, doyunca tekrar uyuyor. Akşamları çok az oynamak istiyor, ama çok az. Çünkü birazcık formundan düşmüş.

Formdan düşmesinin yegane sebebi yaş mamaya olan düşkünlüğü. Ama bizim evi onun için bir rehabilitasyon merkezi olarak düşünebiliriz. Bütün şirinliklerine, şaklabanlıklarına, sinirlenmelerine ve protestolarına (mutfaktaki IKEA poşetini küçük patisiyle yumrukluyor) rağmen yalnızca alması gerektiği zaman, alması gerektiği miktarda yaş mama alıyor. Bu durum da onun için yaş mamayı daha da değerli hale getiriyor. Mamayı koyduğumuz çay tabağının tezgaha koyduğumuzda çıkan sesi duyup, o an her neredeyse koşup mutfağa geliyor. Biraz koşmuş olması bir avantaj, çok kısa süren bir spor diyebiliriz.

Evdeki varlığı ortamı gerçekten değiştiriyor. Bu aralar Marlen Haushofer'in "Duvar" isimli romanını okuyorum. Baş karakterimiz ormanda, bir köpek, bir kedi ve bir inekle kalıyor. Hayvanların varlığı, onun da yaşantısını değiştiriyor. Bir rutine bağlanmasını kolaylaştırıyor. Her gün onlarla ilgilenmek zorunda, onları düşünmek, iyi olmalarını sağlamak zorunda. Kedi, bu açıdan biraz daha ilgiden bağımsız. Akşamları çıkıp ormana gidiyor, sabaha karşı uyumak için dönüyor. Ancak istediği zaman kendisini sevdiriyor. İstemediği zamanlarda huysuzlanıyor. Badem pek öyle değil. O daha çok kayıtsız kalıyor. Öpüyorsunuz, seviyorsunuz, kucaklıyorsunuz. Bitmesini bekliyor. Çok rahatsız olursa kalkıp iki adım ileriye yatıyor. 

Bu bağımsızlık hoşuma gidiyor. Onun da kendince bir rutinin olması, evdeki diğer canlıya hiç bulaşmadan (ya da olabildiğince az bulaşarak çünkü hala sabahları alarmdan önce uyandırıyor) bu rutinini sürdürmesi beni mutlu ediyor. Kendi rutinim veya diğer insanların rutinleri üzerine düşünürken Badem'in ve aslında diğer hayvanların rutinlerine şahit oluyorum. Duvar'da köpek Vaşak, her gün yürüyüşe gitmek istiyor, oynamak istiyor. İnek Bella'nın o karanlık ahırda tek başına geçirdiği saatlere karşılık her sabah aynı saatte sevilmesi, sağılması ve ilgilenilmesi gerekiyor. Hava güzelse dışarıda vakit geçirmek istiyor.

Robinson Crusoe'nun böyle olduğunu hatırlamıyorum. Orada her şey mekanik. Bir rutin elbette var, ancak bu sadece Crusoe'nun rutini. Mahsur kaldığı adayı dönüştürmek amaçlı, çevrenin rutinini ele geçiren bir rutin bu. Daha duygusuz, hedef odaklı. Halbuki Badem'in bir amacı varmış gibi durmuyor. Son derece ciddi bir ifadeyle patisini yalayıp yüzünü temizlerken bir anda yatağın üstündeki tokaya gidiyor. Onu yataktan atıp peşine düşüyor. Sonra pencerenin önüne yerleşip kuşları izliyor. Her gün temizleniyor, oynuyor, kuşları izliyor. Keyif alıyor gibi görünüyor.

Duvar'ı bir robinsonat olarak düşünemiyorum. Farklı gerekçelerim var, ama rutin üzerine, Robinson ile Duvar'ın baş karakterinin rutini üzerine düşününce, bir benzerlik göremiyorum. İki karakter de tecritte, iki karakter de doğaya karşı mücadele ediyor, iki karakter de bir düzen kuruyor, kendi rutinlerini inşa ediyor. Ancak Robinson her zaman kurtulacağı umuduna sahip. O yüzden kurtuluşuna kadar geçen zamanı modern bir insan olarak bir amaç peşinde değerlendiriyor; adayı dönüştürmek. Duvar'da ise baş karakterimiz bu umuttan yoksun. Ancak bu umudun eksik bıraktığını sevgiyle dolduruyor. Rutini, hayatta kalmak üzerine, evet ama hayatta kalma isteğinin sebebi kurtuluş umudu değil. Başına gelen olaydan sonra, henüz ilk haftada, kurtulamayacağını düşünmeye başlıyor. Devam edebilmesinin sebebi, hayvanlara olan sevgisi. Yataktan çıkmakta dahi zorlanacak kadar yoğun depresyonda olduğu zamanlarda bile rutinine döndüren, ona ihtiyacı olanlara duyduğu sevgi.

Robinson modern bir insan, daha amaç odaklı. Duvar'daki baş karakterimiz ise modern bir dönemde yaşıyor olmasına rağmen Robinson kadar modern değil. Doğada, bir modern insan olarak bulunmuyor. Orayı dönüştürüp "modernleştirmiyor." Doğanın rutinine uyum sağlamaya çalışıyor. Kaçış yolu aramıyor, kurtuluş umudunu geride bırakıyor, mevsimlerin döngüsüyle hayatını ve ona bağlı olan hayatları idame ettirmeye çalışıyor. 

(Bu paragraftan sonra sizin asla fark edemeyeceğiniz bir beş dakika geçti. Badem'e bakmaya gittim. Uyuyor.) 

Rutin peşinde koşarken yazmaya başladığım bu rapora da farklı bir gözle bakıyorum artık. Yine Gibi izledim, Shogun izledim. Jean-Louis Fournier'in "Otopsim"  isimli eğlenceli romanını bitirdim. Şimdi hala "Duvar"ı okuyorum. Bir de size harika bir kanal tanıtmak istiyorum: Ultravclet. Harika dinleme listelerine sahip bu kanal yakında yeni listeler yapmaya son verecek, çünkü kanal sahibinin bir çocuğu olmuş ve vaktini çocuğuyla geçirmek istiyormuş. Ultravclet'in çalma listeleri, o artık bambaşka bir rutine geçerken, rutininize keyifli bir ekleme. Kaçırmayın. (Son çalma listesinden başlayabilirsiniz.)

Bu hafta böyleydi. Farklı oldu. Çünkü içimden böyle geldi. 

Rutininize dikkat edin.

8 Nisan 2024 Pazartesi

Haftalık Rapor 12

Merhaba.

Yaklaşan bayramınızı içtenlikle kutlarım. Umarım sevdiklerinizle güzel, mutlu, keyifli bir bayram geçirirsiniz. Bu satırları yazarken kötü bir baş ağrısından muzdaribim. O yüzden biraz dağınık, çokça özensiz ve karışık yazmamak için uğraşmam gerekiyor, mazur görün. Daha uygun bir zaman bulamadım.
Neyse efendim, geçen haftanın raporu için buyurun.

Ne Okudun?
J. J. Rousseau dersi için hazırlıkla geçen bir haftaydı. Ders notlarını düzenlemek için farklı kaynaklara başvurdum. Gerçi ben olsam, bayram tatilinden önceki son derse gelmezdim. Ama sonuçta verimli ve -bence- keyifli bir dersi geride bıraktık. 
Hazırlıklar dışında ne okuyacağıma karar vermekte zorlandığım bir haftaydı. Birkaç arka kapak incelemesinden sonra ise Carlos Fonseca'nın "Cenup" isimli romanına başladım. "Ekolojik roman" olarak tanımlanan eser, izler hakkında. Kültürlerin, dillerin, insanların bıraktığı; silinen, silinemeyen; geri döndürülen, geri döndürülemeyen izler; farklı izlekler etrafında okuyucuya sunuluyor. Özellikle kaybolacak bir kültürün son temsilcisi olmak üzerine söylediği sözler, kitabın farklı üslubuyla daha da güzelleşiyor. Baş karakterimiz Julio'yla beraber siz de izleri takip edebilir, bir dilin ne zaman kaybolacağı üzerine düşünebilirsiniz.

Ne İzledin?
Bu hafta daha çok ders notu düzenlemek için okumakla geçtiği için hikaye ihtiyacımı daha çok izleyerek gidermeye çalıştım. Undone, yavaş temposu ve kısa süresiyle yemeklerime eşlikçi olurken canım eşimle Shogun'da güncele yetişmemize az kaldı. Hem hikayesi hem de Hiroyuki Sanada başta olmak üzere oyunculuklarıyla (ilk bölümlerde çok bağırsan da sen de iyisin Cosmo Jarvis) bittiğinde üzüleceğimiz bir seri olarak devam ediyor.
Bittiğine (ara verdiğine demek daha doğru) üzüldüğüm diğer bir dizi, sezon finali olduğunu bölümü izledikten çok sonra fark ettiğim Invincible'dı. Açıkçası, genel kanının aksine ikinci sezonu beğendim. Elbette ilk sezonun yanına yaklaşamaz. Nitekim hikaye açısından ilk sezon, hayatımızda birkaç defa karşılaşacağımız bir deneyim yaşatıyordu. İlk bölümün o meşhur bitişiyle başlayan ve bunun üzerine inşa ettiği sezonu, acımasız sezon finaliyle farklı bir noktaya taşıyordu. İkinci sezonun ilk sezonun şaşırtıcılığını taşıyamacağı açıktı. Sezona bu beklentiyle başlamak daha iyi olabilirdi. Ama işte hem dördüncü bölümde saçma bir şekilde verilen sezon arası hem de sezon boyunca devam eden ağır tempo ikinci sezona dair algıları olumsuza yöneltti. Mark'ın sezon boyunca yaşadığı bocalamaları izlemeyi sevdim. Ancak belli ki çok daha büyük olan hikaye, sezon boyunca yalnızca 1-2 adım ilerleyebildi. Dizinin devam etmesinin istendiği belli, ancak böyle devam ederse gelecek sezonları bekleyecek çok az kişi kalacak.
Eleştirilerin yöneldiği bir dizinin ardından övgülere sahip olması gereken diziye geçelim. Tahmin ediyorsunuz, belki de övgüleri okumaktan sıkıldınız. Hatta biraz abarttığımı da düşünmeye başladınız. Ama Gibi, beşinci sezonuyla bambaşka bir seviyede ilerlemeye devam ediyor. Beş haftadır bu minvaldeki yorumlara devam edebiliyor olmak, dizinin şu anki çıtasını gösteriyor. Bu haftanın bölümü "Böbrek Taşı" da sezonun -şimdilik- en uzun ve -yine şimdilik- en komik bölümü.

Ne Dinledin?
Queens of the Stone Age dinlemeye hız kesmeden devam ettiğim bir haftaydı. Grubun müthiş albümü "Songs for the Deaf" ve albümün hitlerinden "Go With The Flow"u (tık tık) defalarca dinledim. Bir kere dinleyin, sonra zaten istemsizce mırıldandığınızı fark edeceksiniz.

Rapor bu şekildeydi, haftaya görüşürüz.

Bir Ceket Vakası

Merhaba.  Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergil...

Etiketler