27 Nisan 2019 Cumartesi

Kontrol Kalemi VII: Ve Günler Yürümeye Başladı - Eduardo Galeano

                                                      

Ve Günler Yürümeye Başladı - Eduardo Galeano (Sel Yayıncılık)

Çeviren: Süleyman Doğru
Kapak Tasarımı: Savaş Çekiç
Sayfa Sayısı: 416
Basım Tarihi: Kasım 2012

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Ve Günler Yürümeye Başladı isimli kitapta arıyoruz.

Latin Amerika Edebiyatı ile edebiyatımız arasında yadsınamayacak benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Gerek coğrafyaların benzer sosyal ve siyasi tarihleri, gerek kendi kültürü ile Batı kültürü arasındaki sıkışmışlık, gerek de halk anlatılarının çok sesliliği sonuç olarak ortaya özgün bir edebiyat çıkarıyor. Bu edebiyat, Latin Amerika'da daha gözle görülür, elle tutulur bir düzeye varmış ve ''Büyülü Gerçekçilik'' gibi bir akımla bağdaştırılmış. Bizde bu kadar yoğun bir ön plana çıkmadan bahsedemiyoruz. Rahatlıkla Büyülü Gerçekçilik akımının örneklerinden sayabileceğimiz eserler vermiş yazarlar olsa da Türk edebiyatı, biraz daha kendi yolunda kaybolmuş gibi görünüyor. Bu konuyu başka bir yazıya bırakarak devam edersek Latin Amerika Edebiyatı, kendi mistik coğrafyasına çoğunlukla bütün dünyayı içeren bir duyarlılık eklemiş ve böylece büyük konuşmayı, insanlığı ilgilendiren meseleler hakkında ses çıkarmayı başarmış bir edebiyat. Eduardo Galeano da Ve Günler Yürümeye Başladı da yerel ile evrensel arasındaki farkı o eşsiz, ince ve çoğunlukla insanı düşünmeye sevk eden duyarlılığı ile bağlamış.

Kitap, esasında bizim de aşina olduğumuz bir geleneğin yeniden üretimi. Bizim resimli maarif takvimi olarak bildiğimiz (umarım bir gün devam edeceğim seriye gitmek için tıklayınız.) ve her yaprağında ayrı bir metnin olduğu takvim fikrinden hareket eden Galeano, 1 Ocak'tan 31 Aralık'a her gün için minimal metinler hazırlamış. Metinler hiç bilmediğiniz coğrafyalardan hiç bilmediğiniz öyküler hakkında olduğu gibi Galeano'nun fikir parçacıklarını ya da çok kısa anılarını da içeriyor. Oldukça sade metinler var karşımızda. Metinlerde fazla kullanılmış kelime bulamıyorsunuz. Her kelime, bir yap-boz parçası gibi yerli yerinde görünüyor. Özellikle metnin yapısı ve anlamı açısından düşündüğünüzde bu sadelik, tamamlanmışlık ile bütünleşiyor. Üstelik asgari sayıda kelime ile derdi olan metinler yazılabilmiş olması da büyük başarı. Galeano, sadece birkaç satırda insanlık hakkında derin analizlerde bulunuyor, sorunların asıl kaynağını gösteriyor, ufkunuzu açıyor, canınızı sıkıyor. Bütün bunların bilerek yapıldığını, metnin bütünlüğünden ve Galeano'nun üslubundan anlayabiliyorsunuz. Bu yüzden metinlerinin, dünyanın mevcut düzenine karşı bir başkaldırı, yazarın siyasi bir eylemi olduğunu söylemek güç değil.

Karşımızda politik metinler var. Kalemini bükmeyen, lafını esirgemeyen Galeano, zekasının kıvraklığıyla hedefi tam on ikiden vuruyor. Hedef, kimi zaman okur oluyor ve sizi yakalıyor. Kimi zaman daha büyük hedeflere, belki de yel değirmenlerine karşı saldırıya geçiyor ve ıskalamıyor. Çünkü kalemini, o keskin duyarlılığı ile tüm insanlığı ilgilendiren meseleler için kaldırıyor. Kendi ülkesinin, kıtasının geçmişinden hareketle belki de hiç görmediği ülkelerdeki insanlar için üzülüyor, onların yaşadığı haksızlıklar karşısında öfke duyuyor, adalet talep ediyor. Yetmiyor, ölçeğini daha da büyütüp bomboş siyasi sorunların ötesindeki asıl problemleri gösteriyor. Ölen doğaya, yitirilen kültürlere, kaybedilen değerlere ağıt yakıyor. Ancak bütün bunları bir tören havasında yapmıyor. Okurken yazarla birlikte hissediyorsunuz. Hiç görmediğiniz insanlarla ortak noktalarınız olduğunu fark ediyorsunuz. Bu da esasında Galeano'nun başarısı. Çünkü çoğunlukla yerel ya da pek bilinmedik anlatılardan yola çıksa da odağında hep insan olduğu için evrensel bir metin yaratmayı başarabiliyor. 

Derdi olan yazarlar, edebiyat işçiliği konusunda da yetkin olunca ortaya çıkan eserler, kültür mirası denilince akla ilk gelecek eserler olma potansiyelini taşıyorlar. Ve Günler Yürümeye Başladı da bu potansiyelini gerçekleştiren bir eser.

Teselli Puanı: 5/5.

20 Nisan 2019 Cumartesi

Kontrol Kalemi VI: Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü - Etgar Keret

                                                      

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü - Etgar Keret (Siren Yayınları)

Çeviren: Avi Pardo
Yayın Yönetmeni: Saner Sirer
Yayın Danışmanı: Erol Aydın
Kapak Tasarım: Nazlım Dumlu

Okunacak kitap fazla, okumak için gereken zamanımız ise az. Üstelik, zamanımız gittikçe azalırken okunmayı bekleyen kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Elimizde sihirli bir değnek olmadığı için kalan sınırlı vaktimizi iyi eserlerin peşinden koşarak, kötü eserlerden ise kaçarak geçiriyoruz. Koşunun yorgunluğunu atmak ve kötü eserler karşısında ihtiyacımız olan teselliyi bulabilmek içinse elimden gelen, teselli için önerilebilecek iyi eserlerin peşine düşmek. İşte bu yüzden bugün teselliyi, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü isimli öykü kitabında arıyoruz.

Tuhaf kurguları oldum olası sevmişimdir. Özellikle absürt olaylardan insanlığa dair gözlemler çıkaran öyküler, bir de iyi yazılmışlarsa okumanın tadı başkadır. Esasında olması gereken de bu değil midir? Yazar ne anlatırsa anlatsın, okuru yakalayabildiği bir nokta bulabiliyorsa ve bu nokta, sadece kendi ana dilini paylaştığı okurlarla değil; farklı dilleri konuşan okurlarla da paylaştığı bir noktaysa karşımızda iyi bir öykü olmaya kuvvetli bir aday var demektir. Kurgu ne kadar uçuk, absürt, garip olursa olsun insana dair anlatılar, okuru avucunun içine almaya yakındır. Öykünün sonundaki tek bir cümle ile insanlığın ortak deneyimini hissettirebilirler ve öykünün tuhaf kurgusunun da ipleri çözülüverir. Kanatlanan öykü, bizi geride bırakıp ufuklara yönelmez. Havada bir tur atar, onunla yolculuk etme isteğimizi körükler, en sonunda da hiç beklemediğimiz bir anda zemine iner ve elimizden tutarak onunla kanatlanmamızı ister. Elbette, bunu başarmak güçtür. Çünkü kurgu kadar öykünün işçiliği de önemlidir. Aksi halde kimi öyküler kanatlanıp gitmişken arkalarından bakakalırız.

Etgar Keret, hayal gücünü eğip bükmeyi seven bir yazar. Öykülerindeki gerçek ve gerçeküstü arasındaki hızlı geçişte bunu görebiliriz. ''Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü''nde de gerçek ve gerçeküstü arasında gidip geliyoruz. Kitapta yer alan biri uzun öykü olmak üzere toplam yirmi iki öyküde de bu gerçek ve gerçeküstü arasındaki yolculuğa devam ediyoruz. Kimi öyküler (Domuzu Kırmak, Emniyet Mandalı Açık, Uçan Santiniler, Korbi'nin Sevgilisi, Ayakkabılar gibi) gerçeğin duraklarıyken kimileri (Cehennemden Bir Hatıra, Alon Semeş'in Esrarengiz Kayboluşu, Son Bir Öykü ve Tamam, Kneller'in Mutlu Kampı gibi) gerçeküstünün durakları. Arada, hangi durak olacağına karar verememiş duraklar da var. Bu da yolculuğu keyifli hale getiriyor. Ancak öyküler arasında farklar olduğu bariz. Kimi öyküler, diğerlerine göre zayıf kalıyor. Akla gelen yaratıcı bir fikrin, örneğin Son Bir Öykü ve Tamam isimli öykü, hızlıca kaleme alınmış olduğunu hissediyorsunuz. Bazı öyküler ise örneğin Mossad Şefi'nin Oğlu isimli öykü, yarım kalmışlık hissi uyandırıyor. Yukarıda bahsettiğimiz okura dokunan noktayı yakalayamayınca öykünün ilginçliği, öykünün geçer not alması için yeterli olmuyor. Ancak gönül rahatlığıyla söylenebilir ki diğer öykülerdeki etkileyicilik ve olmuşluk, diğer eksiklikleri hoş görmenizi sağlıyor.

Yazarın başarıyla üstesinden geldiği nokta, gerçek ile gerçeküstü arasında giderken insanı ıskalamaması. Evrensel insanın, benim, sizin ve hiç tanımadığımız onların benzer olduğumuzu, benzer sorunları yaşadığımızı anlatıyor. Bunu anlatırken genelde absürtten geldiği için de hiç beklemediğiniz anda bahsettiğimiz benzerlikle karşılaşmak okuru çarpıyor. Bu da bazı öykülerden sonra bir yutkunma, bazılarından sonra ise biraz düşünme süresi bırakmanıza neden oluyor. Not alın sevgili okurlar; Domuzu Kırmak ve Uçan Santiniler'den sonra yutkunmayı, İlkoğul Belası, Borular ve Korbi'nin Sevgilisi isimli öykülerden sonra düşünmeyi unutmayın. 

Teselli Puanı: 4/5

10 Nisan 2019 Çarşamba

Amerikan Tıraşı



Komşumuzun oğlu dokuz yaşında.
Komşumuzun oğlunun Amerikan tarzı kesilmiş saçları var. Bu, onu sevmememin nedenlerinden sadece bir tanesi.

Nedenlerden bir diğeri ise, komşumuzun oğlunun ben hariç bütün mahalleyi kandırıyor oluşu. Yaşından beklenmeyecek kadar büyük bir oyunu kurgulayan Hüseyin Mert; ailelerin çocuklarına örnek gösterebileceği bir çocuk olduğuna herkesi inandırdı. Benim, bir zamanlar ellerimle inşa edip üzerinde hüküm sürdüğüm, yıllarca kimseye bırakmadığım ‘örnek çocuk tahtı’m ve üzerindeki ben, böylece bir çırpıda devrildik. Tahtım, Hüseyin Mert’in mahalle tarafından kutsanarak ‘yeni örnek çocuk’ makamına yükseltildiği geceyi aydınlatsın diye yakılırken, bir köşede oturmuş ve büyüdükçe çirkinleşmiş bir çocuk yıldız gibi kaderime lanet etmiştim. Onunla bir mücadeleye girmek için fazla büyüktüm. Bu yüzden bir ara, inzivaya çekilmiş devrik krallar gibi kendimi başka işlere verdim. Çiçekler yetiştirdim, kitaplar okudum, liseye devam ettim. Sıkıldım. Sıkıldıkça canımı daha çok sıkan mevzular hakkında düşündüm. Bir zaman sonra, inziva denilenin düpedüz sürgün olduğunu anladım. Mahallem, benim mahallem değildi. Mahalleli, benim mahallelim, benden yüz çevirmişti. Artık bana samimiyetle gülümsemiyor, ‘senin de devrin geçti be’ dercesine gözlerime bakıyorlardı. Birkaç saniyenin ardından kaçan gözler, her şeyi anlatıyor; ancak mahallelim acım sürsün diye konuşmaya devam ediyordu. Arkamdan, Hüseyin Mert’in ne kadar efendi olduğunu fısıldıyorlar, yetmiyor, ekliyorlardı: O’ndan bile efendi, O’ndan bile uslu. Kulaklarıma saplanan bu cümlelerde bahsi geçen, ancak adı asla geçmeyen bendim. Cümlelerden bile sürülmüştüm. Canıma tak etti. Yaşıma başıma bakmadan, Hüseyin Mert’le mücadele etmeye karar verdim. Onun foyasını ortaya çıkarmaya, hem de efendiliğimden hiçbir şekilde taviz vermeden bunu yapmaya ant içtim.

Komşumuzun oğlu dokuz yaşında.
Komşumuzun oğlunun Amerikan tarzı kesilmiş saçları var. Bu, onu sevmememin nedenlerinden sadece bir tanesi.

Bir diğer neden ise, komşumuzun oğlunun haksız bir biçimde kazandığı itibarı. Ebeveynler tarafından gün aşırı takdir edilmesine rağmen Hüseyin Mert, bütün bunları mahallenin çocukları üzerinde kurduğu korku egemenliği sayesinde kazandı. İşlerine güçlerine giden, hayatlarının en ufak bir parçasını bile çocuklarına ayıramayacak kadar meşgul olan mahalleli, hiçbir zaman farkına varmadı. Hüseyin Mert’in mahallenin sokakları arasında çocukları kovaladığını, onları tehdit ettiğini hiçbiri fark etmedi. Tam aksini, kendi çocuklarından dinliyorlardı. Çocuklar ailelerine, bozulan bisiklet zincirlerinin Hüseyin Mert tarafından tamir edildiğini anlattı. Hiç kimse zincirlerin nasıl bozulduğunu sormadı. Hüseyin Mert’in mahalleli çocuklara musallat olan kötü çocuklarla başa çıktığının bir efsane gibi yayıldığı günlerde, hiçbir ebeveyn kötü çocukların nereden geldiğini sormadı. Kahramanı yüceltmekle meşgul oldular. Bir tek ben, bütün bu olanları gördüm. Saklambaç oyunlarının kralı olduğum zamanlardan kalma gizli yerlerim sayesinde, yakalanmadan bütün bu olanları ebeledim. Sonrasında planımı uygulamaya başladım. Yavaş yavaş kazanacaktım kaybettiğim itibarımı, ufak adımlar atarak ilerleyecektim. Hüseyin Mert’in kendi konumunu daha da sağlamlaştırmak için kurduğu planları gizlice dinleyecek, bunları kendi lehime kullanacaktım. Nitekim yaptım da. Birkaç hafta boyunca, tıpkı eski günlerdeki gibi benden küçüklere yardım ettim. Çocukların akan gözyaşlarını sildim, ebeveynlere vakur bakışlar attım. Birkaç defa Hüseyin Mert’le göz göze geldim. Bütün sorunlar çözüldükten sonra gelen ‘uslu çocuk’ afallamıştı. Her şeyi bilen bir usta edasında, gözlerinin içine baktım. Planımın ikinci aşamasında onun foyasını ortaya çıkaracaktım. Onu, planlamadığı bir hal içine sokmuş olmamın yarattığı gerilimi yüzünde görünce, en sonunda zafer kazanacağıma ikna oldum. Keyiflendim. Küçümseyerek bir kez daha baktım ona. O da bana baktı. Bütün dişlerini göstererek gülümsedi ve buz gibi bir sesle ‘iyi günler Ahmet abi!’ dedi. Bir an için irkildim, hava birden soğumuştu.

Okuldan eve döndüğüm bir günün akşamında, apartmanımızın tam önünde karşı komşumuzun oğlu Efe’yi gördüm. Ufacık boyuna uygun ufacık bisikletinin üzerine eğilmiş, zincirle uğraşıyordu. Elleri kapkara olmuştu. Yanına yaklaşana kadar beni fark etmedi. Beni görünce, dudağını bükerek bisikletinin zincirini gösterdi. İçtenlikle gülümsedim ve bana açtığı yeri açarak zincirle uğraşmaya başladım. Bisikletin gövdesiyle zincir takılan yerin arası, bir çocuğun korkulu rüyasıdır. Yuvasından çıkarak oraya sıkışan zincir, küçük eller için fazlasıyla meşakkatli bir çalışmayı gerektirir. Çocukların çoğu, ilk denemede sıkılarak ailelerine haber verir. Efe, inatçı çıkmış ve uğraşmıştı. Bu yüzden ona daha çok yardım etmek istiyordum. Ancak zincir beni çok zorluyordu. Kalın parmaklarım ufacık yere girmiyor, zinciri koparmamak için gösterdiğim çaba, beni daha da yoruyordu. Efe ise yanımda huzursuz bir şekilde bekliyordu. Zincirle yaklaşık yirmi dakikadır uğraşıyordum. Bir şeyler ters gidiyordu, içimde bir sıkıntı peyda olmuştu. Sanki zincir, bulunduğu yere sıkıştırılmıştı. Deneyenlerin er ya da geç kaybedeceği hileli lunapark oyunlarından birine katıldığımı düşünmeye başladım. Tam o anda, o kısacık anda nasıl bir oyunun içinde bulunduğumu anladım. Hızla Efe’ye dönmemle Efe’nin ağlamaya başlaması bir oldu. Beş dakika içinde Efe’nin bisikletini bozmakla itham edildim, yargılandım ve suçlu bulundum. Masumiyetimi kanıtlama çabalarım sonuçsuz kaldı. Efe’nin gözyaşları, benim kapkara ellerim ve ayaklarımın altındaki ufacık bisiklet benim sonum oldu. Mahalleli hep bir ağızdan kınadı beni. Anneler koro halinde ‘cık cık’ladı. Saatler süren cezam sonunda sokak ortasında yapayalnız kaldım. Utançla, eve gitmek için ayağa kalktığım sırada onu gördüm. Hüseyin Mert, en üst kattaki evlerinin balkonundan bana bakıyordu. Yüzünde geçen günkü gülümsemesi vardı. Her şeyi o planlamıştı. Bisikleti bozmuş, Efe’yi tehdit etmiş ve ailelerin eve dönüş saatinde oynanacak bu oyun için her şeyi hazırlamıştı. Beni yenmişti. Gülümsemesi bir an olsun yüzünden silinmeden ‘iyi akşamlar Ahmet abi!’ dedi ve içeriye girmek için zafer kazanmış bir kralın haklı gururuyla döndü. Amerikan tarzı kesilmiş saçları ondan birkaç salise sonra döndü.

Komşumuzun oğlu dokuz yaşında.
Komşumuzun oğlunun Amerikan tarzı kesilmiş saçları var. Bu, onu sevmememin nedenlerinden sadece bir tanesi.

Bir Ceket Vakası

Merhaba.  Eski öykülerimle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer Google Drive'ımı kontrol ettim ve tamamlayıp yayınlamak amacıyla dergil...

Etiketler